Kategoriler
Tarihin En Büyük Bilek Güreşi: Hitler-Stalin

4. Bölüm: Neredeyse Zafer

“Rusya kavranmaz akılla,

Ölçülmez arşınla,

Özel bir türdür ruhu,

Yalnız anlaşılır inançla.”

Rus Şairi Tyuçev

Yazı dizimizin dördüncü bölümünde, Alman ordusunun ilerlemesinin hangi koşullar altında giderek yavaşladığını görüyoruz.

Umutsuzluk denizinde bir umut damlası

Barbarossa Harekatı’nın başladığı 1941 Haziran sonundan Ağustos sonuna kadar geçen iki aylık dönemde, Alman orduları tüm cephelerde büyük bir hızla ilerlemiş, ara sıra karşılaştıkları bazı ufak karşı taarruzların üstesinden de kolaylıkla gelmişlerdi.

Rusların hem asker hem de sivil kayıpları korkunçtu. Neredeyse tüm dünya Alman ordularının durdurulamayacak bir güç olduğunu düşünüyordu. Çünkü Almanlar 2. Dünya Savaşı’nı başlattıkları 1 Eylül 1939’dan beri hiç yenilmemişlerdi.

Böyle bir ortamda, Nazım Hikmet’in yazdığı “Zafere Dair” şiiri, bu umutsuzluk denizinin içinde bir umut damlası gibidir.

“ZAFERE DAİR

Korkunç ellerinle bastırıp yaranı
dudaklarını kanatarak
dayanılmakta ağrıya.
Şimdi çıplak ve merhametsiz
bir çığlık oldu ümid…
Ve zafer
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp koparılacaktır…

Günler ağır.
Günler ölüm haberleriyle geliyor.
Düşman haşin
zalim
ve kurnaz.
Ölüyor çarpışarak insanlarımız
— halbuki nasıl hakketmişlerdi yaşamayı —
ölüyor insanlarımız
— ne kadar çok —
sanki şarkılar ve bayraklarla
bir bayram günü nümayişe çıktılar
öyle genç
ve fütursuz…

Günler ağır.
Günler ölüm haberleriyle geliyor.
En güzel dünyaları
yaktık ellerimizle
ve gözümüzde kaybettik ağlamayı :
bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp
gözyaşlarımız gittiler
ve bundan dolayı
biz unuttuk bağışlamayı…

Varılacak yere
kan içinde varılacaktır.
Ve zafer
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp
koparılacaktır…

1941, Sonbahar”

Türk halkı kitap okumaya öyle düşkündür ki, memleketin her yeri edebiyatçı kaynar, hapishaneleri bile… Orhan Kemal, Nazım Hikmet’in koluna girmiş poz veriyor, Bursa Cezaevi

Nazım Hikmet bu şiiri yazdığında, yattığı Bursa Cezaevi’ndeki Alman yanlıları kendisiyle alay ediyor, büyük bir dünya haritası üzerinde her hafta Alman ilerleyişini oklarla gösteriyorlardı.

Ancak yazın sıcak günleri artık geçmiş ve sonbahar gelmişti.

Sonbahardan sonra da kış gelir ve Rus kışı diğer ülkelerin kışından biraz farklıdır.

Houston, bir(kaç) sorunumuz var

Evet, bütün dünya Hitler’in ordularını imrenme ve korku karışımı bir duyguyla izliyordu ama bir şeylerin ters gittiği hissi Alman komutanlarında yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı. Sürekli olarak Rus uçaklarını, tanklarını, kamyonlarını yok ediyor, askerlerini öldürüyor ya da esir alıyorlar ancak düşman, kayıplarının yerine devamlı yenilerini koyuyordu.

Hitler’in Barbarossa Harekatı’nın başladığı 22 Haziran’da generallerine dile getirdiği, “üç ay dolmadan Rusya’nın çökeceği” öngörüsünün boş bir söz olduğu ortaya çıkmıştı. Nitekim kendisi de daha sonra, müttefiki Finlandiya Genelkurmay Başkanı Mannerheim’a, Sovyet ordularını ne kadar hafife aldığını itiraf etmiştir: “Rusların silah üretimleri, bir insanın hayal edebileceğinin ötesinde. Eğer biri bana bir ülkenin savaşa otuz beş bin tank sürebileceğini söyleseydi, ona derdim ki: “Bayım, sağlığınız iyi değil, her şeyi olduğunun iki katı, on katı görüyorsunuz. Delirmiş olmalısınız. Hayaletler görüyorsunuz.” Böyle bir şeyin mümkün olabileceğini asla düşünmedim.”

Benzer bir yargıyı Alman Kara Kuvvetleri Komutanı Franz Halder’in günlüğünde de buluyoruz. Barbarossa Harekatı’nın ilk zamanlarında, 1941 Temmuz’unun ilk günlerinde, “Rusya harekatının iki hafta içinde kazanıldığını ileri sürmek pek de cüretkar bir değerlendirme sayılmaz.” diyen Halder’in bir ay sonra, Ağustos’ta, görüşleri değişmişti: “Durum giderek daha net bir biçimde gösteriyor ki, Rus devini küçümsemişiz. Sovyet birliklerinin silahları ve ekipmanları bizim standartlarımızda değil ve liderlikleri de genelde zayıf. Ama işte Ruslar hala karşımızdalar. Savaşın başında, yaklaşık iki yüz düşman tümeni olacağını hesaplamıştık. Şu ana kadar üç yüz altmış tane saydık. Biz bir düzine tümeni yok ettiğimizde, Ruslar yeni bir düzine gönderiyorlar.”

Franz Halder

Kurşun ata ata biter,

Yollar gide gide biter (mi?) (dinle)

Ayrıca, Rusya topraklarında savaşa savaşa ilerledikçe, Alman ordusunda lojistik problemler baş gösteriyordu. Daha önce değinildiği gibi Stalin Almanlara hiçbir şey bırakılmaması emrini vermişti.[1] Bu yüzden Rus halkı taşınabilecek her şeyi taşıyarak, taşınamayacakları ise yakıp yıkarak doğuya çekildikçe, Alman ordusunun ilerleyişi zorlaşıyordu. Temmuz-Aralık 1941 döneminde Rusların Sibirya’ya ve Orta Asya’ya taşıyıp tekrar kurdukları fabrikaların sayısı ve üretim kapasiteleri inanılmazdı.

Diğer yandan Rusya’da ilerlemek demek, Almanya’dan ve müttefiklerinden uzaklaşmak demekti. Bu da ordunun asker ve silah kayıplarını yerine koymak için giderek daha uzun bir yol kat edilmesi gerektiği anlamına geliyordu. Güney Ordu Grubu’nun başındaki General Rundstedt’in karısına yazdığı mektuptaki ifadesi, bu durumu tüm çıplaklığıyla ortaya koyar nitelikteydi: “Uçsuz bucaksız Rusya bizi yutuyor.”

Rusların pek az halkta görülen direnme azimlerini de yabana atmamak gerekir. Bir Alman generali bunu şöyle anlatıyordu: “Köyler mahvolmuş ve iç karartıcı haldeydi, evlerin çatıları kerpiçtendi. Doğa çok sertti ve böyle bir ortamda yaşayan insanlar açlık, susuzluk ve hava koşulları ile ilgilenmedikleri gibi hastalıkları, savaşta kaybettiklerini hatta genel olarak hayatı da umursamıyorlardı. Rus halkı çok dayanıklı ve zorluydu. Rus askeri ise bundan daha da sert ve yılmazdı. Üstlerine karşı sınırsız bir boyun eğme, bize karşı ise aynı ölçüde direnme içindeydi.”

Başka bir sorun ise, Eylül ayıyla birlikte Kızıl Ordu’nun yardımına gelen, Rusya’nın küçük müttefikiydi: “General Çamur”.

Rasputiça

Rusya’da yağmurların başladığı sonbahar ile, karların eridiği ilkbaharda, ana yollar haricindeki toprak yollar bir çamur deryasına döner. Bu çamur öyle yoğundur ki, yılın bu iki dönemini ve bu aylardaki yolların halini tanımlamak için Rusça’da ayrı bir kelime vardır: “Rasputiça” (Yolsuz Dönem).

3 Eylül 1941’de yağan yağmurlarla birlikte işte bu Rasputiça başlamıştı. Çamur o kadar fazlaydı ki, Alman ordusu eskiden olduğu gibi bir günde otuz değil, sadece beş-altı kilometre ilerleyebiliyordu. Boyunlarına kadar çamura batan atlar kendilerini kurtarmak için çaresizce debelenirken halsiz düşüyorlar ve binlercesi telef oluyordu.

Ruslar, Napolyon ve Hitler gibi ülkelerine saldıran düşmanları durdurmalarında kendilerine büyük destek veren bu çamur deryalarına “Mareşal Çamur” ya da “General Çamur” derler.

Kuru yaz aylarında Alman ordusunun hızlı ilerlemesini sağlayan arabalar, ıslak sonbaharda orduya yük oluyorlar.

Cephedeki durumu anlayabilmek için, bu çamur kanallarının nasıl bir şey olduğunu yerinde görmek gerekir. Ancak Alman Genelkurmayı bu çamur deryasını görmediği gibi, kendisine ulaşan raporlara da uzun süre inanmadı. Sonuç olarak cepheden kilometrelerce uzakta verilen hatalı kararlar ordunun durumunu daha da kötüleştirdi.

Oysa Prusya’nın efsanevi Genelkurmay Başkanı Moltke (Yaşlı) daha 19. yüzyılda gerekli uyarıyı yapmıştı: “Savaş masa başından idare edilmez.”

Bir süre sonra, Rusların küçük müttefiki General Çamur’un yerini büyük müttefikleri alacaktı: “General Kış”.

Ama buna daha var.

Kiev düşüyor

Rasputiça’ya rağmen Alman ordusu ağır da olsa ilerlemeye devam ediyordu. Ağustos’ta Hitler’in Moskova’yı ikinci plana bırakarak, güneyden Ukrayna-Kırım’a, kuzeyden ise Leningrad’a ulaşmayı hedeflediğinden, yazı dizimizin bir önceki bölümünde söz etmiştik.

Önce güneyle başlayalım…

Alman komutan Guderian’ın tanklarının Kiev’i savunan Kızıl Ordu’nun arkasına sarktıklarını Ruslar Eylül başlarında öğrenmişlerdi. Ancak Stalin’in çekilmeyi reddeden emirleri nedeniyle 26 Eylül’de Kiev ordusu, tarihteki en fazla esiri vererek teslim oldu: altı yüz bin kişi.

Bu esirlerin büyük bölümü açlık ve hastalıklar yüzünden ölecekti.

Teslim olan Kiev ordusu askerleri

Bu büyük kayıptan sonra, Stalin bir daha aynı hatayı yapmayacak, anlamsız bir geri çekilmeme hırsı uğruna askerlerinin yok olmasına izin vermeyecekti.

Bundan sonra bu tür hatalar yapma sırası Hitler’deydi.

Leningrad kurtarıcısını bekliyor

Kuzeyde ise Leningrad’ın Rusya’nın kalanıyla olan bağlantısı Ağustos sonlarında hemen hemen kesilmişti. Şehrin idaresi, bir politikacı olan Jdanov’daydı.

Andrey Jdanov

Stalin, Mareşal Voroşilov’u Jdanov’a destek vermeye gönderdi. Voroşilov Stalin’e sadık bir komutan olmakla birlikte yeteneksizdi. Cephedeki askerlerinin arasında elinde silahla dolaşıp onları Almanlara saldırmaları için cesaretlendirmekle birlikte, akılcı bir savunmanın nasıl yapılabileceğiyle ilgili olarak Voroşilov’un herhangi bir planı bulunmuyordu.

Leningrad’ın simgelerinden Aziz İshak Katedrali’nin önündeki uçaksavarlar

Şehrin Almanlarca kuşatılması 8 Eylül 1941’de başladı. Aynı akşam Stalin Jukov’u çağırdı ve kendisine sordu:

“Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?”

“Cepheye gideceğim.”

“Hangisine?”

“En çok nerede faydalı olabileceğimi düşünüyorsanız o cepheye.”

“O zaman Leningrad’a git. Oradaki durum neredeyse umutsuz. Bu mektubu da Voroşilov’a ver.”

Mektupta, Voroşilov’un görevi Jukov’a bırakıp Moskova’ya dönmesi bildiriliyordu.

Jukov iş başında

Jukov Leningrad’a uçup Stalin’in mektubunu Voroşilov’a verdi. Voroşilov Moskova’ya dönmek üzere ayrılırken askerlerine şöyle sesleniyordu:

“Görüşmek üzere yoldaşlar, Genelkurmay beni geri çağırıyor. Benim gibi yaşlı bir adamın[2] hak ettiği şey bu. Bu savaş, iç savaştan[3] farklı. Biz de başka türlü savaşmalıyız. Ancak faşistleri yeneceğimizden kuşkunuz olmasın.”

Jukov askeri dehası ve korkunç acımasızlığıyla cepheyi hemen toparlayarak, Stalin’in tabiriyle “neredeyse umutsuz durumdaki” Leningrad’ın umudu oldu.

Jukov’un acımasızlığı efsaneviydi. Bazı komutanları görevden alarak işe başlamış, bulundukları noktadan geriye çekilen askerleri idam ettirmiş, Alman saldırısının şiddetinde en ufak bir gevşeme olduğunda kendi askerlerinin yorgunluğunu veya cephane azlığını göz önünde bulundurmadan onları Alman mevzilerine gönderip, kıyıma uğramalarına neden olmuştu. Jukov’un öfkesi karşısında, komutası altındaki Rus generallerinin de beti benizleri atıyordu. Kendi ordusuna karşı bu aşırı şiddet yanlısı tutumu nedeniyle Jukov’u eleştiren çok kişi çıkmıştır. Bununla birlikte bütün bu şiddetin önemli bir sonucu oldu: Kısa bir süre önce, iki yıldır devam eden 2. Dünya Savaşı’nda Almanlara ilk yenilgiyi tattıran Jukov, bu kez de düşmanı Leningrad önünde durdurmayı başardı.

Jukov’un acımasızlığı Stalin tarafından da destek görüyordu. Nazilerin Rus halkını kendilerine canlı kalkan olarak kullandıklarını haber aldığında Stalin şu emri verdi:

“Deniliyor ki; Leningrad’daki Bolşevikler arasında, Nazilerin canlı kalkanlarına ateş etmekte tereddüt edenler varmış. Eğer gerçekten böyleleri varsa, önce bunlar öldürülmelidir, çünkü bunlar Alman askerlerinden daha tehlikelidir. Bunları öldürdükten sonra sıra Almanlara ve onların canlı kalkanlarına gelir.”

Bu emir aynen uygulandı.

Tarihin en uzun süren kuşatmalarından biri

Jukov ve Jdanov’un Almanlara önemli kayıplar verdirmeleri üzerine Hitler, Leningrad’a saldırmak yerine şehri kuşatıp içindekilerin açlıktan ölmelerini beklemeyi seçti.

Almanların ünlü Blitzkrieg (Yıldırım Savaşı) anlayışı, 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcından beri ilk kez başarıya ulaşamamıştı.

Hitler’in planı buradaki tanklarını “Tayfun Operasyonu”nda kullanmaktı; yani Moskova için yapılacak nihai savaşta.

Böylece başlayan ve tam sekiz yüz yetmiş iki gün sürecek olan Leningrad kuşatması tarihte en uzun süren kuşatmalardan biridir ve en çok sivilin öldüğü kuşatmadır. Kuşatma boyunca ölen asker ve sivillerin toplamı iki milyona yakındır. Bu sayının içindeki sivil ölümleri, 1943-Hamburg ve 1945-Dresden’de müttefik bombardımanında ve Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarıyla ölen sivillerin toplamından fazladır.

Sivil ölümlerinin iki ana nedeni Alman bombardımanı ve açlıktı.

Duvardaki yazı: “Yurttaşlar! Caddenin bu tarafı, topçu ateşinde en tehlikeli olan yerdir.” Fotoğraf 1944’te kuşatmanın kalktığı zaman çekildiği için yüzler gülüyor.

Almanlar kenttekilerin moralini bozmak için, oyuncak şeklinde gizlenmiş bubi tuzakları bile fırlatıyorlardı.

Açlık, bombardımandan da kötüydü. Hitler Eylül sonlarında verdiği bir emirde, Leningrad’daki sivil halkın hayatlarını kurtarmakla ilgilenmediğini, bu şehrin yeryüzünden silinmesinin icap ettiğini belirtmiş, 8 Kasım 1941’de ise şöyle demişti: “Leningrad ellerini havaya kaldırmış. Er ya da geç düşecek. Onu kimse kurtaramaz. Çevresindeki kuşatmayı kimse kıramaz. Leningrad’ın kaderi açlıktan ölmektir.”

Yaşam Yolu

Kuzeyde Fin, güneyde Alman orduları arasında sıkışmış Leningrad’ı Rus anakarasına bağlayan bir yol vardı. Ağır Alman bombardımanı altında, bu yoldan aylar boyunca şehre yemek ulaştırılmış, şehirdeki halk ve yaralılar da aynı yoldan mümkün olabildiğince anakaraya taşınmışlardı. Ladoga Gölü’nün içinden geçen bu yola “Yaşam Yolu” denmekteydi.

Yaşam Yolu, Leningrad

Bu göl kış aylarında buz tutardı. On santimetrelik buz tabakası, yüksüz bir atın geçmesi için yeterliydi. Dolu bir kamyonun geçebilmesi için ise en az yirmi santimlik bir tabakaya ihtiyaç vardı.

Yazın ise buzlar çözülürdü. O yüzden Yaşam Yolu’nda çok farklı araçlar kullanıldı.

Leningrad’a yemek taşıyan atlar,

kamyonetler,

ve tekneler…

Bu yol, yaklaşık iki buçuk yıl süren kuşatma boyunca Leningrad’ın dayanmasında hayati rol oynamıştır.

Çok aç kalan insanlara ne olur?

Yaşam Yolu’na rağmen, Leningrad’da 1941 Kasım’ı ile 1942 Şubat’ı arasında kişi başına düşen günlük yemek miktarı, yarısı talaş ve benzeri yenemeyecek maddelerden oluşmak üzere, yüz yirmi beş gram ekmekti. Eksi otuz dereceye varan soğukta insanların böyle bir besinle uzun süre hayatta kalmaları beklenmez.

Leningrad kuşatmasında, kişi başına düşen günlük yemek miktarı

ve sonucu: Açlıktan ölerek, cesetleri Leningrad sokaklarında donan insanlar, 1942 kışı

Evinin merdiveninde ölen çocuk, Leningrad 1942

Rus Gizli Servisi ilk kez 13 Aralık 1941’de, besin olarak insan etinin kullanıldığını raporladı. Raporlanan on üç vakanın içinde; diğer üç çocuğunu beslemek için on sekiz aylık bebeğini boğan anneden, oğullarını ve yeğenlerini doyurmak amacıyla karısını öldüren tesisatçıya kadar çeşitli dramlara rastlanıyordu.

Bir yıl sonra 1942 Aralık’ında ise yamyamlık nedeniyle tutuklananların adedi iki binden fazlaydı.

Tanya Saviçeva

Bu dönemi en iyi anlatan yazılardan biri, babasını savaştan önce kaybetmiş on iki yaşındaki Tanya Saviçeva’nın yalnızca dokuz satırdan oluşan günlüğüdür. Günlükte adı geçen Zenya, Tanya’nın ablası, Leka ise ağabeyidir.

“Zenya 28 Aralık 1941’de 12:00’de öldü.

Anneanne 25 Ocak 1942’de 15:00’te öldü.

Leka 17 Mart 1942’de 05:00’te öldü.

Vasya Amca 13 Nisan 1942’de 02:00’de öldü.

Leşa Amca 10 Mayıs 1942’de 16:00’da öldü.

Anne 13 Mayıs 1942’de 07:30’da öldü.

Saviçev’ler öldü.

Herkes öldü.

Sadece Tanya kaldı.”

Tanya Leningrad’dan 1942 Ağustos’unda kurtarıldı ancak o kadar kötü beslenmişti ki, kendini bir daha toparlayamadı ve 1944 Temmuz’unda tüberkülozdan öldü.

Tanya Saviçeva’nın günlüğü

Bu günlük, savaştan sonraki Nürnberg Mahkemeleri’nde, Alman savaş suçlarına ilişkin delil olarak kullanılmıştır.

Küs müyüz, barıştık mı?

Güneyde Kiev, kuzeyde Leningrad’dan söz ettikten sonra artık merkez cephedeki Moskova’ya odaklanabiliriz.

2 Ekim’de Almanların Moskova saldırısı başladı. Guderian’ın birlikleri daha önceki harekatlarda olduğu gibi çok hızlı ilerlediler ve altı yüz binden fazla Rus askerini çembere aldılar. Etrafları sarılan Ruslar fırsat buldukça çemberi yarıp Moskova’ya doğru geri çekiliyorlardı.

5 Ekim sabahı, upuzun bir Alman tank alayının Moskova yolunda olduğu Stalin’e bildirildi: Almanlar Moskova’nın ortasındaki Kremlin Sarayı’na yalnızca yüz kilometre uzaktaydılar. Alman zırhlı birliklerinin boyu yirmi dört kilometreyi buluyordu ve Moskova’ya kadar uzanan yol üzerinde herhangi bir Rus kuvveti yoktu. Oradan buradan alelacele toplanan birlikler Almanları oyalamaları amacıyla bu güzergaha gönderildi. Stalin Moskova savunmasını düzenlemesi için hemen Jukov’u Leningrad’dan başkente çağırdı.

Jukov Moskova’ya geldiğinde, Stalin’i Gizli Servis’in başı Beriya ile Almanlarla olası bir barış pazarlığının nasıl yapılacağını konuşurken buldu. Durum öylesine ümitsizdi ki, Stalin bile barıştan söz eder olmuştu. Bununla birlikte, böyle bir barış gerçekleşseydi bile, Stalin’in bunu yalnızca zaman kazanmak için istediği, ordularını toparladıktan sonra Almanlara tekrar saldırmayı planladığı şüphesizdir.

Hitler’in ise Moskova’ya bu kadar yaklaşmışken Ruslarla barış yapmaya hiç niyeti yoktu.

Bir Stalin klasiği

Moskova Alman tehdidi altındayken, Stalin bir günah keçisi bulup öldürmeye dayanan klasik yaklaşımını uygulamaya aldı. Sorumlu da hemen bulundu: General Konyev vatana ihanetle suçlanıyordu.

İvan Konyev

Dışişleri Bakanı Molotof’tan yeteneksiz Mareşal Voroşilov’a kadar herkes General Konyev’in idamını isterken, Jukov araya girdi ve Konyev’e yardımcısı olarak ihtiyaç duyduğuna Stalin’i ikna etmeyi başardı. Jukov bu hareketiyle çok ciddi bir risk almış oluyordu, çünkü Stalin’in sözleri herhangi bir yanlış anlamaya yer bırakmayacak kadar netti:

“Pekala, öyle olsun. Moskova düşerse, Konyev’in başı seninkiyle beraber düşer.”

Stalin, Jukov ve Konyev’i, 1945 Nisan’ında Berlin’i fetheden Rus komutan olarak tarihe geçmeleri için birbirleriyle yarıştıracaktır.

Günlerin bugün getirdiği,

baskı, zulüm ve kandır (dinle)

Jukov cephenin durumunu düzeltmek için kolları sıvadı. Ancak koca Rus ülkesinin başkentini savunmak için cephede yalnızca doksan bin kişi kalmıştı. Dolayısıyla Rusların Moskova’ya doğru çekilmelerinin önüne geçilemiyordu.

İki gün sonra Molotof Jukov’u arayıp geri çekilmenin devam etmesi halinde kendisini vurmakla tehdit ettiğinde General Jukov, eğer daha iyisini biliyorsa Molotof’un cephenin başına geçmesini söyledi. Molotof cephenin başına geçmek yerine telefonu kapatmayı tercih etti.

Ekim ortasında Moskova’nın kuzeyindeki ve güneyindeki iki cephe de düştü. Stalin’in çevresindekiler, Moskova’nın savunmasına yardım edemeyecek durumda olanların ve hükümet üyelerinin başkentten ayrılarak doğuya gitmelerini öneriyorlardı.

Ne yapmalı?

Almanların Moskova’ya kadar ilerlemelerinden ve bunun temel nedeninin kendi yaptığı hatalar olduğunu bilmesinden ötürü Stalin iyice dengesizleşmişti. Generallerini arayıp kendinden üçüncü şahıs olarak bahsediyordu: “Yoldaş Stalin hain değil. Yoldaş Stalin onurlu bir adam. Onun tek hatası çevresindekilere çok güvenmesi.”

Bazen de vicdan azabından aklını oynatmış bir Shakespeare trajedisi kahramanı gibi düpedüz hayaller görüyor, örneğin Moskova’ya Alman paraşütçülerinin indiğini sanıp altındakilere bağırıyordu: “Paraşütçüler mi? Kaç tane? Kim görmüş onları? Sen gördün mü? Buna asla inanmam. Nereye inmişler?”

Diğer yandan Stalin, Moskova’da kalmanın mı yoksa doğuya çekilmenin mi doğru karar olduğunu bulmak için tarihe sığınmıştı. Rus Çarı Korkunç İvan’ın biyografisini okuyor ve kitabın yanlarına notlar alıyordu: “Biz kazanacağız.”

1812 yılında Moskova kapılarına dayanmış Napolyon’un ordusuna şehri bomboş bir halde terk eden ve sonrasında Napolyon’un yenilmesini sağlayan General Kutuzov’un biyografisini okurken şu satırın altını çizmişti: “Son ana kadar kimse Kutuzov’un planını bilmiyordu.”[4]

Karar anı

Ekim sonuna gelindiğinde Stalin’in yanındakiler Moskova’dan ayrılmak için tüm hazırlıkları yapmışlardı. Stalin, ikinci karısı Nadya’dan sonra çocuklarına bakıcılık ve kendisine metreslik yapan köylü Valentina’ya sordu:

“Valentina, Moskova’yı terk etmeye hazır mısın?”

“Yoldaş Stalin. Moskova bizim annemiz, evimiz. Onun savunulması gerekir.”

Stalin çevresindekilere dönüp şöyle dedi: “İşte, Moskovalılar böyle konuşur.”

Aynı dönemde Jukov’a şehrin elde tutulup tutulamayacağını sorup kendisine dürüstçe yanıt vermesini istediğinde, Jukov’un yanıtı Moskova’nın elde tutulabileceği yönündeydi.

Bunun üzerine Stalin kararını verdi:

“Hazırlıkları iptal edin. Zafere kadar burada kalıyoruz.”

Bilenle bilmeyen bir olur mu?

Almanlar hem çamurla hem de Jukov’un müthiş direnişiyle uğraşmaktan yorulmuşlardı. Moskova’yı ele geçirmelerini sağlayacak saldırıya hazırlanmak için durup güçlerini toparlamaya karar verdiler. Rusların tükendiğinden eminlerdi. Nitekim Stalin, hazırdaki son on beş tankı da cepheye gönderdiğinde elinde hiçbir şey kalmamıştı.

On bir saat dilimini içerecek kadar geniş, doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine binlerce kilometre olan devasa Rusya’nın tarihi başkentini savunmak için yalnızca on beş tank…

Ama Stalin’in elinde bir de bilgi vardı.

2. Dünya Savaşı’nın gidişatı üzerinde kesin etkisi olacak bir bilgi.

Uzaklardan gelen yardım

Barbarossa Harekatı’nın başlangıç tarihi olan 22 Haziran 1941’i tam olarak bilen ancak Stalin’in kendisine inanmadığı Tokyo’daki casusu Richard Sorge, Eylül sonlarında Stalin’e çok değerli bir bilgi vermişti: Japonya Rusya’ya saldırmayacaktı. Bunun anlamı şuydu ki; Rusya’nın Japon sınırında beklettiği ihtiyat kuvvetlerinin büyük bölümü Moskova savunması için Batı’ya kaydırılabilirdi.

Stalin hemen bu bilgiyi doğudaki adamlarına teyit ettirdi, gerçekten Japonya’nın Rusya’ya saldırmak gibi bir niyeti yoktu. Daha önce belirtildiği gibi, Japonya Rusya ile 1939’un yaz aylarında düşük yoğunluklu Halhin Gol Muharebesi’ne girmiş ve Rusya’nın kolayca alt edilemeyeceğini anlamıştı.

Japonya’nın niyetinin anlaşılmasıyla birlikte; Doğu sınırını bekleyen, Sibirya soğuğuna alışkın dört yüz bin asker, bin tank ve bin uçağın Ekim ayı ortalarından itibaren Moskova’ya transferi başladı. Almanların hiç haberdar olmadıkları bu güçlü ordu, Kasım’da Moskova’nın doğusunda toplanıyordu.

Stalin’e bu büyük yardımı sağlayan casus Sorge, ileriki yıllarda yakayı ele verecek ve 1944 Kasım’ında Tokyo’da idam edilecektir.

Richard Sorge

İlginç yöntemler

Bu sırada Ruslar tüm güçleriyle Alman saldırılarını karşılamaya devam ediyor, tanklar fabrikalardan çıktıkları gibi, boyaları bile yapılmadan savaşa gönderiliyorlardı. Örneğin 1917’deki komünist devrimin yıldönümü olan 7 Kasım’da Kızılmeydan’da gösteri yapan tanklar, meydana bir taraftan girip Aziz Vasili Katedrali’nin çevresinde U dönüşü yaptıktan sonra Moskova’nın ana caddesi olan Gorki[5] Caddesi üzerinden cepheye yollandılar.

Moskova’yı savunmaya gönderilen birlikler, 7 Kasım 1941, Kızılmeydan, Moskova

Bununla birlikte, umutsuz zamanlar umutsuz yöntemleri de beraberinde getiriyordu. Güçlü Alman tanklarına yaklaşamayan Rus askerleri, Pavlov’un şartlı refleks ilkesi uyarınca, köpekleri tankların altında yiyecek bulmaları doğrultusunda eğittikten sonra, köpeklerin sırtına bomba bağlayıp düşman tanklarına gönderiyorlar, köpekler tankın altında yiyecek ararken bomba tankı patlatıyordu. Almanlar bu taktiği öğrendiklerinde, savaş alanında köpek görür görmez bunları uzaktan vurdukları için Rusların yöntemi pek etkili olmamıştır.

Alman tanklarına sürülmek üzere bomba bağlanan köpekler, Moskova 1941

Diğer yandan Rus halkı da askerlerden daha az çalışıyor değildi. Erkekler cephede oldukları için kadınlara büyük iş düşüyordu.

Alman tanklarını durdurmak için şehrin etrafına hendekler kazan Rus kadınları, Moskova 1941

İşte bir sabah uyandığımda,

elleri bağlanmış buldum yurdumun

her yanı işgal altında… (dinle)

Ancak Rus halkının düşmana gösterdiği tek tepki, kendisine verilen görevleri canla başla yerine getirmekten ibaret değildi. Almanlar Rus topraklarında etrafı yakıp yıkarak ilerledikçe pek çok kişi, özellikle genç komünistler, partizanlara katıldı. Bunlardan biri de Zoya Kosmodemyanskaya’ydı.

Zoya edebiyata çok meraklıydı, okudukları arasında Tolstoy’dan Goethe’ye, Puşkin’den Moliere’e pek çok klasik yazar vardı. Lisedeki arkadaşları 1939 yılı için birbirlerine yeni yıl dileklerinde bulunurlarken Zoya’ya da öğüt vermişlerdi: “Zoya her şeyi bu kadar ciddiye alma. İnsanların çoğu egoist, yağcı ve iki yüzlüdür, onlara güvenilmez.” Bu yazılanlara Zoya’nın yorumu ise şöyle olmuştu: “Eğer insanları böyle görüyorsa, bir kişi neden yaşamaya devam eder ki?”

Zoya Ekim 1941’de Moskova’da lise öğrencisiyken partizanlara katılmaya karar verdi. Annesi onu bu kararından vazgeçirmeye çalıştığında Zoya, düşman bu kadar yakına gelmişken başka bir şey yapamayacağını söyledi.

Almanların iletişim/ulaştırma şebekelerine sabotajlar düzenleyen Zoya, Moskova yakınlarında yakalandı, sorgulandı, işkenceye uğradı ve 29 Kasım’da darağacına çıkartıldı. Son sözleri şöyleydi:

“Beni asıyorsunuz ama yalnız değilim. Biz iki yüz milyonuz, hepimizi asamazsınız, benim intikamımı alacaklardır. Elveda yoldaşlar! Savaşın, korkmayın! Stalin bizimle! Stalin gelecek!”

Zoya Kosmodemyanskaya (1923–1941)

İlerleyen dönemde Zoya “Sovyetler Birliği Kahramanı” ilan edildi, adına heykeller dikildi, Nazım Hikmet “Tanya” şiirinde onu anlattı.[6]

Partizanskaya Metro Durağı’ndaki Zoya heykeli, Moskova

Uçaklarının, tanklarının üzerine “Zoya” yazan Rus askerleri, 1945’te Berlin kapılarında hücuma kalkarken bağıracaklardı: “Anavatan için! Stalin için! Zoya için!”

Artık yok pervanecik, ne o var ne onun gibiler

Karanlıkta yaşamaktansa, ölmeyi yeğlediler (dinle)

Tabii ki Zoya tek örnek değildi. Almanlara karşı sayısız partizan kahramanca savaştı ve gözlerini kırpmadan ölüme gitti. Yakalandığı zaman, annesine yazdığı mektupta Maria Bruskina şöyle diyordu: “Size büyük bir endişe yarattığım düşüncesiyle acı çekiyorum. Endişelenmeyin. Bana kötü bir şey olmadı. Size yemin ederim ki artık benim yüzümden tatsız şeyler yaşamayacaksınız. Eğer yapabilirseniz, lütfen bana yeşil bluzumu ve beyaz çoraplarımı gönderin. Buradan ayrılırken düzgün giyinmiş olmak isterim.”

Maria Bruskina (1924–1941)

Ve diğerleri…

Vera Voloşina (1919–1941)

Yelizaveta Haikina (1918–1941)

Lyubov Şevtsova (1924–1943)

Ulyana Gromova (1924–1943)

Başlarda Almanlar tarafından “Alman derisinin altındaki kızıl bitler” şeklinde küçümsenen partizanların tek başına önemsiz gibi görünen yüzlerce eylemi birleştiğinde, Alman ordusu için ciddi bir sorun doğuracaktı. Yollara, tren raylarına, vagonlara sabotajlar düzenleyerek Almanların ikmal hatlarına ölümcül darbeler indiren, düşmanın yavaşlamasında önemli rol oynayan ve giderek daha fazla Alman askerinin, cephede kendilerine çok gereksinim duyulduğu sıralarda, partizanların eylemleriyle uğraşmasına neden olan bu kahramanların hiçbiri, en korkunç işkencelere rağmen arkadaşlarını ele vermedi.

Aralık başında vaziyet ve manzara-i umumiye

Almanya ile Rusya’nın insan gücü kaynağını şöyle karşılaştırabiliriz: Barbarossa Harekatı’nın başladığı 22 Haziran 1941’den sonraki beş buçuk ay içinde Almanlar; ölü, yaralı, kayıplar bir yana yaklaşık üç milyon Rus savaş esiri almışlardı ki, bu sayı Hitler’in Rusya istilasına başlarkenki ordusunun büyüklüğüne eşitti. Yani Rusların, Almanların Rusya’yı işgal etmek için ayırdığı insan gücü kadar esir vermelerine karşın, Stalin hala yüzbinlerce kişilik ordular kurabilmeye devam ediyordu. Almanlar ise, harekatın başından beri yedi yüz elli bin zayiat (ölü, yaralı, kayıp) vermişler, dolayısıyla ordularının dörtte biri yok olmuştu ve bunu takviye etmekte zorlanıyorlardı.

Kasım 1941’de Moskova Muharebesi devam ederken, Güney Cephesi’nde General Kleist’ın birlikleri Rostov kentine ulaşmış ancak Rus komutan Timoşenko’nun saldırıları sonucunda geri çekilmek zorunda kalmışlardı.

Bu olay Almanların ilk geri çekilişiydi.

Bununla birlikte Aralık başına gelindiğinde, Rusya nüfusunun yüzde kırkı, hammaddelerinin ise yaklaşık yarısı Alman işgali altındaki topraklardaydı. Bu sürede Alman Merkez Cephesi bin kilometre ilerlemiş ve daha önce adını Fransa’nın işgali sırasında, Guderian ve Rommel gibi komutanlarla birlikte andığımız General Hoepner’in ordusu Kremlin’in otuz iki kilometre yakınına kadar ulaşmıştı.

Erich Hoepner

Yani Almanlar, yolun yaklaşık yüzde doksan yedisini geçmişler, önlerinde sadece yüzde üçlük bir bölüm kalmıştı.

Alman ordusu zaferi neredeyse kazanmıştı.

Neredeyse…

Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde Almanların Rus kışı ile tanışmasının ardından yaşananlar anlatılıyor.

[1] Askeri literatürde, düşmana, faydalanabileceği besin maddesi, hayvan, yol, köprü, iletişim aracı, vb. hiçbir şey bırakılmamasını öngören bu stratejiye “kavrulmuş toprak” denir.

[2] Voroşilov altmış yaşındaydı.

[3] Birinci Dünya Savaşı sonrasında Çarlık yanlısı Beyazlarla devrimci Kızıllar arasındaki savaşı kast ediyor.

[4] İlgi çekici bir benzerlik olarak, üç buçuk sene sonra Nisan 1945’te Berlin’deki sığınağında son günlerini geçirirken Hitler de Alman İmparatoru Büyük Friedrich’in portresi önünde uzun uzun dalıp gidecekti. Sonuçta Stalin edebiyat aşığıydı, Hitler ise eski bir ressam.

[5] Günümüzdeki adıyla “Tverskaya”

[6] Zoya işkencecilerine adının “Tanya” olduğunu söylemişti.

32

“4. Bölüm: Neredeyse Zafer” için 4 yanıt

Merhaba ,yazılarınızı keyifle okuyorum.Aklıma bir şey takıldı.Rus iç savaşında Çar yanlıları için Beyaz Ruslar ifadesi var(Dipnot:3).Peki bunun günümüzde Belarus diğer bir deyişle Beyaz Rusyayla bir ilişiği var mı?

Cok tesekkur ederim Resul Bey.

Beyaz Rusya’nın adı yüzyıllar öncesine dayanıyor. Buna farkli aciklamalar getirilmis, kimine gore Tatarlarin istila etmedigi topraklara Beyaz Rus deniyor, kimine gore o bolgede yasayan yerel halkin beyaz kiyafetinden kaynaklaniyor, vb.

1917 Rus Dervrimi’nden sonra, Kızıl Ordu’ya karşı savaşan devrim karşıtları için de aynı ifade kullanılınca kafa karışıklığı oluştu. Aslında Fransız Devrimi zamanında da kral yanlıları, devrik Fransız Kralı’nın ait olduğu Bourbon Hanedanlığı’nın beyaz bayrağını kendileri için seçmişlerdi. Bu nedenle Rus Devrimi’ndeki Çar yanlılarına, Fransız Devrimi’ne atfen, ‘Beyazlar’ denildi. Bu adlandırmada, giydikleri beyaz üniformalar da rol oynamıştır.

Yine yazınız çok güzel devam etmiş.
Almanlar tarafından öldürülen Rus partizan vs nin hikayesi o kadar abartıldığı kadar efsane niteliğinde değil.
Aslında onların hikayesi çok daha acı. Bu acı hikaye Kominist rejim altında yaşayan insanların ruhsal durumu ile alakalıdır.
Ben bunun belki 1/1000 denebilecek seviyede olanını bile nerdeyse 20 yıla yakın o coğrafyada gözlemledim.
Bu biraz Stoklom sendromu, biraz Tanrıyı insan suretinde görme, biraz ateist kişilerde görülen şahıs putlaştırma, vb.
İnsan ister istemez bu kahramanların kahramanlığını unutup bu konuda yazılan edebiyattan ve bu kağıttan kahramanlardan iğrenmeye başlıyor.
Mutlaka aralarında gerçek kahramanlarda vardı.

Çok teşekkürler:)

İkinci Dünya Savaşı literatüründe Sovyet partizanlar, Yugoslav partizanlardan sonra Almanlara karşı en etkili olmuş ikinci partizan grubu kabul edilir. Guderian başta olmak üzere Alman komutanlar anılarında bu durumun yıpratıcılığından ve bu duruma neden olan Alman hatalarından söz ederler. Elbette keskin nişancılarda olduğu gibi partizanlarda da, devlet tarafından kahramanlaştırma, ilahlaştırma diğer yurttaşlara örnek göstermenin yolu olarak kullanılıyordu.

Yine de faşizme karşı yurdunu savunmak için hayatını veren 20-21 yaşındaki gençlerin yaptıkları her türlü övgünün üzerindedir.

Berk Birincioğlu için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir