Site icon Berk Birincioğlu

2. Bölüm: Tuhaf Dostluk

“Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.

Çok alametler belirdi, vakit tamamdır.

Haram sevaboldu, sevap haramdır.”

Nazım Hikmet, Alametler Suresi

Yazı dizimizin ikinci bölümünde, Almanya ile SSCB arasındaki tuhaf dostluğun nasıl başladığına ve bu dostluk süresince iki tarafın savaşa nasıl hazırlandığına odaklanıyoruz.

İspanya İç Savaşı…

Tam bir güreş değil, daha çok elense çekmek

Hitler’le Stalin’in güçleri ilk kez İspanya’da karşı karşıya geldiler.

1936 yılında İspanya’da seçimler yaklaşırken ülke iki kampa bölünmüştü: Halk Cephesi ve milliyetçiler. Cumhuriyetçiler ve Sosyalistlerin kurduğu “Halk Cephesi”, karşılarında yer alan milliyetçileri/faşistleri az bir farkla yenerek seçimleri kazandı. Aynı yıl General Franco’nun bayrağı altında toplanan faşistlerin başlattığı isyan, bir süre sonra bütün ülkeye yayıldı. Diğer yandan Madrid ve Barcelona gibi büyük şehirlerdeki işçilerin hükümetin yanında yer almaları sonucunda, üç yıl sürecek korkunç bir iç savaş başladı.

Francisco Franco

Başta Cumhuriyetçiler ve Faşistlerin silahlı güçleri arasında bir denge varken, Hitler, Mussolini ve Portekiz’in faşist lideri Salazar’ın yardımlarıyla birlikte Franco tarafı zamanla ağır bastı. Özellikle, yeni geliştirdikleri silahları deneyerek büyük bir savaşın provasını yapmak isteyen Hitler ve Mussolini’nin sağladığı uçaklar ve tanklar, 1936-1937’de Franco’nun İspanya topraklarında sağlam bir tutunma noktası elde etmesinde başrolü oynadı (Bununla birlikte, Franco’nun 1939 İlkbaharı’ndaki nihai zaferinde Alman askeri yardımının etkisi görece azdır).

Alman uçaklarının yerle bir ettiği Guernica köyünde yaşanan katliamı resmeden İspanyol ressam Pablo Picasso’nun “Guernica” tablosu 20. yüzyılın en ünlü tablolarındandır ve Madrid’de sergilenmektedir. “Gestapo”nun (Hitler’in Gizli Devlet Polisi) bir gün Picasso’nun Paris’teki evini aradığı sırada, Guernica tablosunun bir fotoğrafına rastlayan Alman subayının “Bunu siz mi yaptınız?” sorusuna Picasso’nun cesurca verdiği yanıt çok ünlüdür: “Hayır, siz yaptınız.”

Guernica Tablosu, Pablo Picasso

Alman uçaklarının bombardımanından sonra Guernica kasabası

Bu katliamın sorumlusunu da unutmayalım, kendisiyle ileride yine karşılaşacağız.

Wolfram von Richthofen

Alman ve İtalyanların yardımını alarak güçlenen Franco’nun karşısındaki cumhuriyetçi hükümete Batı demokrasilerinin desteği beklenebilirdi. Ancak İngiltere ve Fransa, İspanya İç Savaşı’nın başka ülkelere sıçramaması amacıyla cumhuriyetçi hükümete silah sağlanmamasına yönelik anlaşmaya vardılar.

Bununla birlikte çeşitli ülkelerden gelen gönüllüler, seçilmiş hükümetin yanında faşizme karşı savaştı. Stalin de solcu hükümete hem silah sağladı hem de asker desteği verdi; tabii bu karşılıksız değildi. Hükümete sattığı silahların fiyatı fahişti, ayrıca Stalin’in askerleri aslında gerçek anlamda bir cumhuriyetle ilgilenmiyorlardı. Bir yandan, ileride Rusya’dakine benzer bir devrim yaratmak amacıyla savaşırken, diğer yandan Stalin’in muhalifi olan sosyalistler ve anarşistlerle mücadele ediyorlardı. Zaten Stalin’in amacı İspanyol cumhuriyetinin bir zafer kazanması değil, savaşı mümkün olduğunca uzatarak Hitler’i batıda meşgul etmek, böylece Rusya’ya saldırmasını engellemek ya da en azından geciktirmekti.

Alman ve Rus kuvvetlerinin ilk kez karşı karşıya geldiği ve birbirlerini tarttığı İspanya İç Savaşı, 1939’da Franco’nun zaferi ve — 1975’teki ölümüne kadar sürecek olan — İspanya’da faşizmin kurulmasıyla sona erdi.

Bu savaştan iki taraf da kendi hesabına önemli dersler çıkarmıştı. Almanlar savaşta uçakların piyadeyi nasıl destekleyeceklerini ve tanklarını nasıl geliştirmeleri gerektiğini öğrenirken, Ruslar da faşizme karşı savaşta Batı demokrasilerine güvenemeyeceklerini gördüler.

Halhin Gol Muharebesi

1939’un yaz aylarında SSCB-Moğolistan ile Japonya arasında bir sınır çatışması çıktı. Japonlar, Ruslara karşı 1905’te kazandıkları deniz zaferinin bu sefer karada tekrarlanmasını bekleseler de, kendilerinden daha güçlü Rus Silahlı Kuvvetleri tarafından yenilgiye uğradılar.

Bu çatışmaların çok önemli üç sonucu oldu:

1) Japon kara kuvvetlerinin savunduğu “Kuzey’e ilerleme” tezi yerine, deniz kuvvetlerinin savunduğu “Güney’e ilerleme” tezi ön plana çıktı. Bu nedenle, Japonya iki sene sonra SSCB yerine, Güneydoğu Asya’ya saldıracak ve ABD ile savaşa girecekti.

2) Rusya’nın, Almanya ve Japonya arasındaki konumu nedeniyle iki cepheli bir savaş tehdidiyle karşı karşıya kalması, Stalin’i Hitler’e yakınlaştırdı. Bunun sonucunu aşağıdaki bölümde göreceğiz.

3) Halhin Gol Muharebesi, daha önce tanınmayan bir Rus komutanının hızlı yükselişine destek verdi. Bu komutan 2. Dünya Savaşı’nın en başarılı Rus komutanı olacaktır: Georgi Jukov.

Bu yazı dizisi boyunca kendisinden sık sık söz edeceğimiz Georgi Jukov

Düşman kardeşler

1939 Ağustos’una gelindiğinde 2. Dünya Savaşı’nın eli kulağındaydı. Hitler Polonya’ya saldırmaya hazırlanıyor, ancak 1. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi aynı anda doğuda ve batıda meydana gelecek iki cepheli bir savaştan kaçınmaya çalışıyordu. Stalin ise İngiltere ve Fransa’nın Hitler’in isteklerine yıllardır göz yummasına şahitlik etmiş, “Küçük Caniler Yaratmanın Erdemi” başlıklı yazı dizimizde detaylı şekilde anlatıldığı üzere 1938’de Münih’te Çekoslovakya’yı Almanya’ya bırakmış, ayrıca İspanya İç Savaşı boyunca bu iki ülke Cumhuriyetçiler yanında yer almamıştı. Aynı iki ülke, 1939’da SSCB ile bir savunma anlaşması imzalamaya bir türlü yanaşmamışlar, karşısına İngiliz-Fransız-Alman bloğu çıkmasından korkan Stalin’in paranoyalarını iyice arttırmışlardı. Almanya’nın SSCB’ye er geç saldıracağını tahmin eden Stalin, kendisiyle Hitler arasında yani Almanya’nın doğusunda beklenen savaşı batıya, Alman-Fransız sınırına kaydırarak, ilerideki olası Alman-Rus savaşına hazırlanmak için zaman kazanmayı istiyordu.

Böylece hiç beklenmeyen bir şey oldu ve faşist Almanya ile komünist Rusya saldırmazlık anlaşması imzaladılar.

Rus Dışişleri Bakanı Molotof saldırmazlık paktını imzalıyor, hemen arkasında Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop ayakta. Sağda Stalin gülümsüyor, yukarıdaki fotoğrafta ise Lenin onları izliyor. 23 Ağustos 1939.

Aslında anlaşmanın arkasında gizli maddeler vardı, bunlardan en önemlisi Polonya’nın iki ülke arasında bölüşülmesiydi. Böylece Hitler, Stalin’i karşısına almadan Polonya’nın bir bölümünü ele geçirip Stalin’le komşu haline geliyor ve ileride SSCB’ye saldırmak için ihtiyaç duyacağı sınıra sahip oluyordu. Stalin de Polonya’nın kalanını alarak topraklarını genişletiyor ve olası bir Alman saldırısında SSCB için tampon bölge oluşturuyordu.

Stalin ve Hitler, Polonya’nın üzerinde el sıkışıyorlar, ancak diğer ellerdeki tabancaların çekilmesi zaman meselesi.

Yine bu anlaşmanın gizli maddelerinde Litvanya’nın Almanya; Romanya’nın bir bölümü ile Finlandiya, Estonya ve Letonya’nın ise SSCB tarafından ele geçirilmesi öngörülüyordu.[1]

Bu anlaşma dünyanın kalan ülkelerinde yaşayanları olduğu kadar, bu iki ülke halkını da şoke etmişti. Yıllardır şeytan gibi gösterilen komünistlerin aslında “dost” olduklarını gören Alman halkı ile, en büyük düşmanın faşistler olduğunu öğrenerek yetişmiş Rusların bir anda Nazilerin “iyi” insanlar oldukları “gerçeği”yle tanışmaları iki halkı da ne yapacağını bilmez hale sokmuştu.

Karikatürün altındaki yazı: “Bakalım balayı ne kadar sürecek?”

Bununla birlikte hem Ruslar hem de Almanlar anlaşmadan mutluydu, çünkü olası bir kuşatmadan kurtulmuşlardı: Ruslar Almanya-Japonya tarafından, Almanlar ise Fransa-Rusya tarafından…

Ya da en azından kurtulduklarını sanıyorlardı.

2. Dünya Savaşı başlıyor…

“Küçük Caniler Yaratmanın Erdemi” başlıklı yazı dizisinde söz edildiği üzere, Ren Bölgesi, Avusturya ve Çekoslovakya için savaşa girmekten çekinmiş olan İngiltere ve Fransa’nın Polonya için de benzer tepki vereceğini düşünen — ve yanıldığı kısa zamanda ortaya çıkacak olan — Hitler’in talimatıyla, 31 Ağustos 1939 gecesi, bir Nazi toplama kampından bir düzine mahkum alındı. Üzerlerine Alman ve Polonya askeri üniformaları giydirilen mahkumlar öldürüldüler ve cesetleri, sanki iki taraf arasında bir çatışma yaşandığı izlenimi verecek şekilde yerleştirildi. Ertesi gün Alman gazeteleri, Polonyalıların Alman sınırını geçerek Alman askerlerini öldürdükleri manşetiyle çıktı.

Aynı günün şafağında, 1 Eylül 1939’da, Alman ordularının Polonya’ya girmesi üzerine 2. Dünya Savaşı başlamış oldu.

Tarihin en büyük savaşının başlama anı: Alman orduları Polonya sınırını geçiyor, 1 Eylül 1939

İngiltere ve Fransa Hitler’e daha fazla taviz vererek onu durdurmanın mümkün olmadığını nihayet kavrayıp 3 Eylül’de Almanya’ya savaş ilan ettiklerinde, bu üç ülkenin hiçbirinde — 1914’te 1. Dünya Savaşı’nın başladığı zamanki ruhun tersine — herhangi bir sevinç gösterisi, tezahürat, askerlere çiçekler atan kadınlar, vb. yoktu.

1. Dünya Savaşı’nı yaşamış ülkeler, savaşın nasıl bir şey olduğunu anlamışlardı.

1. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilanını sevinçle karşılayan kalabalık, 1914, Trafalgar Meydanı, Londra

Avusturyalı ünlü yazar Stefan Zweig 3 Eylül’de günlüğüne şöyle yazmıştı: “Bu savaş 1914’ten bin kez daha kötü olacak (…) Bu haydutların[2] yapacağı hiçbir şey beni şaşırtmaz. Medeniyetin nasıl da inanılmaz bir şekilde çöküşü!”

Almanların yaptıklarının Zweig’ı şaşırtıp şaşırtmadığını bilmiyoruz ama perişan ettiği şüphesiz. Stefan Zweig, gözleri önünde çok sevdiği Avrupası’nın yok olmasına daha fazla dayanamayacak ve 1942 Şubatı’nda Brezilya’da, karısıyla beraber yüksek dozda uyku hapı içerek intihar edecekti.

Stefan Zweig ve karısı

Yıldırım Savaşı (?)

Heinz Guderian, Polonya istilasında zırhlı araçlarının başında ilerlerken, Polonya ordusu Alman panzerlerine karşı savaştığı ilk iki hafta içerisinde ağır kayıplar verdi. Bu kayıpların boyutu ve hızı, 2. Dünya Savaşı ile ilgilenen pek çok kişinin, Polonya Harekatı’nın bir “Yıldırım Savaşı” olduğunu düşünmesine neden olmuştur.

Bununla birlikte bu harekat bir Yıldırım Savaşı değildi çünkü tipik bir Yıldırım Savaşı’nın önemli bileşenlerinden olan bazı kuvvetler, örneğin hava indirme birlikleri, bu harekatta yedek olarak tutulmuştu. Benzer şekilde, Alman ordusu zırhlılarla takviye edilmiş olsa da, yalnızca zırhlılardan oluşan birlikler henüz kurulmamıştı. Bu nedenle günümüzde uzmanlar, Polonya Harekatı’nı ilk Yıldırım Savaşı olarak değil, Alman Genelkurmayı’na uzun yıllar boyunca hakim olan “Hızlı Savaş” görüşünün pratiğe dökülmüş hali olarak değerlendirirler. Gerçek anlamda Yıldırım Savaşı’nın ilk örneği, sekiz ay sonra Fransa Muharebesi’nde yaşanacaktı.

Ancak karşılaştığı şeyin Yıldırım Savaşı olmaması, Polonya’ya pek yardımcı olmadı. 17 Eylül’de Ruslar da ülkelerine saldırınca, Batı’da Almanya, Doğu’da Rusya arasında sıkışan Polonya’nın teslim olmaktan başka çaresi kalmamıştı.

Kızıl Ordu geçit töreninde, Lviv, Polonya (Lviv şu anda Ukrayna’nın parçasıdır)

Polonya işgalini kutlayan Alman ve Rus subayları

Almanlar Polonya’yı istila eder etmez etnik temizliğe başlarken, Ruslar da subaylar, papazlar, entelektüeller, vb. Rus idaresine karşı çıkma ihtimali olanları hemen tutukladılar. Bunları sürgünler ve idamlar takip etti.

Küçük lokmalar

Polonya’nın Eylül’de teslim olmasının ardından Stalin gözünü Litvanya, Letonya ve Estonya’ya çevirdi. Amacı, hem Almanya ile arasına bir tampon bölge koymak hem de Rusya’nın Moskova’dan sonra ikinci önemli kenti olan Leningrad’ı (günümüzdeki adıyla St. Petersburg) bir koruma çemberi için almaktı.

Yukarıdaki haritada Litvanya, Letonya ve Estonya’nın St. Petersburg’a ne kadar yakın oldukları görülmektedir.

Kızıl Ordu bu ülkelere hızla girdi ve Ekim’de üç Baltık devleti de, ülkelerindeki Sovyet askerlerinin varlığını kabul etti. Bununla birlikte bu üç devlet kağıt üzerinde hala bağımsızdı.

En azından bir süre daha…

Artık sırada Baltık denizinin kuzeydoğusundaki son ülke olan Finlandiya vardı. Stalin onu da kolayca ele geçirebileceğine inanıyordu.

Boğaza takılan kılçık

Stalin Leningrad’ı korumak için Finlandiya’dan toprak istediğinde Finler bunu reddettiler. Bunun üzerine Kızıl Ordu 30 Kasım’da Finlandiya’ya saldırdı.

Karla kaplı ormanlarda, genelkurmay başkanlarının adıyla anılan Mannerheim Savunma Hattı’nı hazırlamış olan Finlandiya’nın kolay lokma olmadığı hemen anlaşıldı. Finler müthiş bir savunma yapıyorlar, içlerine yanıcı maddeler doldurdukları şişeleri fırlatıp, Rus tanklarını alevler içinde bırakıyorlardı. Adını Rus Dışişleri Bakanı’ndan alan bu silah sonradan çok ünlü olacaktı: Molotof kokteyli.

Molotof kokteylli Fin askeri

Finler Ruslara o kadar kayıp verdirdiler ki, sonunda savunmayı bırakıp saldırmayı denediler. Ancak bu çok hatalı bir karardı, çünkü Finlerin zaten çok küçük olan ordularındaki kayıpları yerine koyma şansları yoktu, Rusların kaynakları ise sınırsız gibiydi.

Sonuçta Rus ordusu 1940 Şubat’ında yeniden organize oldu, kayıplarını telafi etti ve tekrar bir saldırı başlattı. Mart başında ateşkes istemek zorunda kalan Finlandiya, yapılan barış anlaşmasında, Stalin’in savaştan önce istediği toprakların iki katını verdi.

Ancak bu barış Stalin’e çok pahalıya patlamıştı. Finler savaşta yirmi altı bin ölü, yirmi beş tank ve altmış iki uçak kaybederken, Kızıl Ordu’nun kaybı yüz altmış sekiz bin ölü, üç bin civarı tank ve beş yüzden fazla uçaktı.

Kış Savaşı’nın sonuçları

Tarihe “Kış Savaşı” olarak geçen Rus-Fin Savaşı’nın yansımaları ise şunlardı:

İlk olarak, Rusya’nın böyle bir savaşa ne kadar hazırlıksız olduğu ve Büyük Temizlik’te subay kadrosunun yok edilmesinin Kızıl Ordu’ya nasıl bir zarar verdiği ortaya çıktı. Orduda hemen bir yapılanmaya gidildi, kış savaşlarında ihtiyaç duyulan taktikler, silahlar ve kıyafetler yenilendi. On beş ay sonra Hitler’in SSCB saldırısı başladığında bütün hazırlıklar tamamlanmamış olsa da, bu yapılanma çalışmasının SSCB’nin Alman ordularını durdurmasında çok faydalı olduğu şüphesizdir.

İkinci olarak, savaştaki ağır Rus kayıpları Hitler’in, SSCB’nin çok güçsüz bir ordusunun olduğunu ve bu ülkeye yapılacak bir saldırının kısa sürede tam bir zafere ulaşacağını düşünmesine neden oldu. 1940 Şubat’ında Kızıl Ordu’nun kendisini düzelttiğine dair Finlerin yaptığı uyarılar da Almanlar tarafından göz ardı edildi. Oysa Kızıl Ordu’nun girdiği yeniden yapılanma süreci bir yana, herhangi bir ordunun işgal niteliğindeki saldırıda sergilediği güç ile vatanını savunurkenki gücü çok farklıdır. Hele ki bu savunma, SSCB gibi dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip, ordunun geri çekilip tekrar toparlanabilmesi için binlerce kilometre toprağı bulunan bir ülke tarafından yapılacaksa…

Bu savaş sırasında İngiltere ve Fransa, Finlandiya’ya destek olmaya karar vermişler, ancak kendi aralarındaki organizasyonsuzluktan ötürü bir türlü müdahale edememişlerdi. Bununla birlikte, ironik şekilde, uzun vadede bu beceriksizlik çok işlerine yaradı. Aksi takdirde 2. Dünya Savaşı’nın daha başında bir Fransa/İngiltere-Rusya çarpışması meydana gelecekti ki, bunun tek kazananının da Stalin’i iyice yanına çekecek Hitler olacağı açıktır.

Son olarak, savaşın iki tarafından biri olan Finleri de unutmayalım. Hitler’in Rusya’ya saldırısı başladığında Finlandiya, bu savaşta kaybettiği toprakları geri almak umuduyla Almanya yanında savaşa girecekti.

Ormanda gezmek insana keyif verir…

Ama hepsinde değil…

Rusların 1939 Eylül’ünde Polonya’yı işgal etmesinden sonra tutuklanan subayların, polis memurlarının, avukatların vb. akıbeti birkaç ay boyunca belirsiz kalmıştı. Nihayet Stalin, 1940 Mart’ında Rus toplama kamplarındaki binlerce esirin öldürülmesine karar verdi. Amaç, ileride Polonya’nın tekrar ayağa kalkmasının ve Rus idaresine tehdit oluşturmasının önüne geçmekti.

İnfazlar 1940 Nisan’ında başladı. Ruslar Almanlar gibi disiplinli, sistematik çalışan bir halk olmadığı için masum insanların trenlerle ölüm kamplarına gönderilip gaz odalarında boğulduktan sonra fırınlarda yakılması gibi endüstriyel bir süreç kuramadılar. Eski usul yöntemler uygulamaya alındı; insanlar ormana götürülüyor ve kurşunlarla tek tek öldürülüyorlardı.

İşlem şu şekilde yürütülüyordu: İdam edilecek kişi küçük bir sorgulama odasına alınıyor ve kimliği doğrulanıyordu. Sonra elleri kelepçeleniyor ve arkadaki infaz odasına götürülüyordu. Bu oda ses geçirmez bir şekilde dizayn edilmişti ve kurbanın kanının rahatça akması için eğimliydi. Kurban, başının arkasına sıkılan kurşunla öldürüldükten sonra, celladın ekibi hemen cesedi dışarı taşıyor ve gömülmek üzere kamyona bindiriyordu. Başka biri ise hortumla odadaki kanları temizliyordu.

Sonra sıra diğer kurbana geliyor ve aynı işlem tekrarlanıyordu.

2. Dünya Savaşı’nda birçok örnekte görüldüğü gibi, Almanlara özgü planlı çalışmanın eksikliğini, Ruslar bireysel fedakarlıklarıyla kapatmaya çalışmış ve genelde başarılı olmuşlardır. Burada da durum farklı değildi. Yukarıda anlattığımız, kimlik doğrulaması-infaz-cesedin taşınması-temizlik adımlarından oluşan zahmetli sürece rağmen, Ostaşkov Esir Kampı’nda bir kişinin öldürülmesini ortalama üç dakikadan kısa sürede tamamlamayı başardılar. Böylece aynı yöntemi bir saatte yirmi beş kez uygulayabildiler ve bunu da her gece on saat boyunca ve yirmi sekiz gece arka arkaya sürdürdüler.

Hesap basit; bu yöntemle yedi bin kişiyi öldürmeyi başarmışlardı.

Ama haklarını yemeyelim, infazlara bir gece ara verildi: 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda… Sonuçta bu katliamı planlayan ve uygulayanlar, insanlık onurunun yüceliğine yürekten inanmış komünistlerdi.

Diğer esir kamplarındaki infazlarla birlikte idam edilenlerin toplamı yirmi iki bin kişidir.

Ostaşkov’da öldürülen yedi bin kişiden dört bin beş yüzü Katin Ormanı’na gömüldüğü ve ilk toplu mezar burada bulunduğu için, bu cinayetlere genel olarak “Katin Katliamı” denilmiştir.

Bir insan kaç kişiyi öldürebilir?

İşin daha da ilginci şudur ki; bu katliamın neredeyse tamamı tek bir kişinin elinden çıkmıştı: Vasili Blohin.

Deri bir kasap önlüğü giyip infaz odasının kapısının arkasında kurbanını bekleyen Blohin, yedi bin kişinin öldürülmesinde bir Sovyet silahı yerine Alman Walther model bir tabanca kullanmıştı. Bunun da iki nedeni vardı. Birincisi Walther tabancaları standart Rus silahları gibi tutukluk yapmıyorlardı, yani bir gecede iki yüz elli el ateş edecekseniz, bir Alman silahına ihtiyaç duyardınız. İkincisi, Alman polisi ve ajanları genelde Walther taşırdı, ileride bu toplu mezarların ortaya çıkartılması halinde suçu Almanların üzerine atmak için kullanışlı bir silah…

Daha önce “Büyük Temizlik” sırasında Stalin’in cellatlarından biri olan Blohin’in cinayetlerine Katin performansı da eklenince, kendisi 2010 yılında Guinness Rekorlar Kitabı’na “En Üretken Cellat” sıfatıyla girmeyi başardı. Bu unvanı elinden alabilen henüz çıkmadı.

Çünkü her Blohin için bir Stalin’e ihtiyaç vardır. Yeni bir Stalin gelene kadar rekor muhtemelen Blohin’de kalacak.

Tarihte en fazla insanı öldüren kişi kabul edilen Vasili Blohin

Yoldaş Stalin

Yazı dizimize kronolojik olarak devam etmeden önce bir parantez açıp, Katin Katliamı’ndan sonra olayların nasıl geliştiğine göz atalım.

Hitler’in 1941 Haziranı’nda SSCB’ye saldırması akabinde, Londra’da bulunan Polonyalı hükümet yetkilileri, Rusların elindeki Polonyalı subaylar aracılığıyla bir ordu kurmaya karar verdiler. Bu subayların akıbeti sorulduğunda, Stalin tüm Polonyalıların serbest bırakıldığını ve izlerini kaybettiklerini söyledi. Polonya hükümeti, subayların nerede olduğunu araştırmaya devam etti ve doğal olarak bulamadı.

1943 başlarında Almanlar Katin’deki toplu mezarları bulduklarında, Propaganda Bakanı Joseph Goebbels bunun harika bir fırsat olduğunu hemen anladı ve Kızıl Ordu’nun işlediği vahşetlerin bir belgesi olarak dünyaya duyurdu. Stalin ise bu gerçeği reddetti ve katliamın Almanlar tarafından yapıldığını iddia etti. Amerika ve İngiltere de, Stalin’in savaştaki desteğini kaybetmemek için, bu konuyu irdelememeyi tercih ettiler.

Almanlar tarafından araştırılmak ve propaganda aracı olarak kullanılmak üzere mezarlarından çıkartılan Polonyalı kurbanlar, Katin Ormanı

1943 Sonbaharı’nda bölgeyi Ruslar tekrar ele geçirdiklerinde hemen bir propaganda çalışmasına başladılar. Ölenlerin giysilerinden çıkan belgelerin hiçbiri doğal olarak 1940 Nisanı’ndan sonraki bir tarihe ait olmadığı için, Sovyet ajanları, Almanların bölgeyi ele geçirdikleri 1941 yaz aylarına ilişkin sahte belgeler düzenleyip bunların cesetlerin üzerlerinde bulunduğunu iddia ederek, suçun Almanlar tarafından işlendiğini göstermeyi amaçladılar.

Soğuk Savaş boyunca SSCB’nin resmi görüşü değişmedi.

Ancak SSCB yıkıldıktan sonra, 1992’de, Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in Polonya Cumhurbaşkanı Lech Walesa’ya verdiği, içinde çok gizli evrakın bulunduğu paketteki belgelerden biri, Katin’de binlerce insanın öldürülmesine dair emirdi.

Emrin altında, başkalarıyla birlikte, Stalin’in de imzası vardı.

Polonyalı esirlerin kurşuna dizilmesini öngören 5 Mart 1940 tarihli emir. Sağ üstteki altı çizili yerde “Tovariş Stalin” (Yoldaş Stalin) yazıyor.

Bu kadar başarılı olmamız mümkün değil

Hitler Polonya’yı Stalin’le paylaştıktan sonra birkaç ay boyunca Avrupa’da herhangi bir çarpışma yaşanmadı. Güya Almanya, İngiltere ve Fransa ile savaş halindeydi ancak iki taraf da saldırıya geçmiyordu. Bu dönemi İngilizler “Phoney War” (Sahte Savaş), Fransızlar “Drôle de Guerre” (Komik/Tuhaf Savaş), Almanlar ise “Sitzender Krieg” (Oturan Savaş) olarak adlandırmışlardır.

Aslında Hitler daha 1939 Sonbaharı’nda Benelüks ülkeleri üzerinden Fransa’ya saldırmayı istemiş ancak komutanları, gerek yorgun ordunun teçhizat eksikliği gerek olumsuz hava şartları nedeniyle buna karşı çıkmıştı. Hitler Fransa’nın güçsüzlüğünü tahmin edip en kısa sürede saldırmayı hedeflese de, hava şartları karşısında geri adım atmak zorunda kaldı ve Fransa’ya saldırı planı, en az yirmi dokuz kez olmak üzere, 1940 Mayıs’ına kadar ertelendi.

İlkbaharın gelmesiyle birlikte Hitler de planlarını uygulamaya koydu. 9 Nisan 1940’ta, tek bir günde, Danimarka’yı ele geçirdi. Peşinden Norveç’e saldırdı. 10 Mayıs’ta ise aynı anda Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve Fransa’nın işgaline başladı.

Aynı gün İngiltere’deki başbakanlık koltuğuna — 1930’lar boyunca Hitler’e her türlü tavizi vererek onun taleplerini sınırlandırabileceğini sanan Chamberlain’in yerine — Hitler’i güç kullanarak durdurmaya kararlı biri geldi.

İngiltere Başbakanı Winston Churchill

1. Dünya Savaşı’ndaki gibi yıllar sürecek bir cephe savaşını bekleyenler ne kadar yanıldıklarını anlamakta gecikmediler. Aslında Alman askerlerinin ve tanklarının sayısı müttefik ordularınkinden azdı, yalnızca uçak adedinde üstündüler. Ancak Guderian, Hoepner, Rommel gibi enerjik ve yetenekli Alman komutanları, daha önce söz ettiğimiz “Blitzkrieg”in (Yıldırım Savaşı) ilkeleri doğrultusunda fırtına gibi ilerliyorlardı.

Örneğin, 1. Dünya Savaşı’nda on ay boyunca kuşatıp alamadıkları Verdun kentini Almanlar 2. Dünya Savaşı’nda bir günde ele geçirdiler.

Sonraları Afrika’daki savaşlarda göstereceği başarılardan ötürü “Çöl Tilkisi” olarak anılacak, Almanların önde gelen generallerinden Erwin Rommel, harekatın ilk haftasında sadece kırk asker kaybederek, ölüler ve yaralılar hariç olmak üzere tam on bin Fransız’ı esir almıştı.

İki tarafın kayıplarının oranının 1/250’ye vardığı muharebeler yaşanıyor ise, o savaş fazla uzun sürmez.

“Çöl Tilkisi” Erwin Rommel

Bu yetenekli Alman komutanları durduranlar ise düşman askerleri değil, Alman Genelkurmayı ve bizzat Hitler’di. 1. Dünya Savaşı’ndaki bitmek bilmeyen cephe muharebelerinin anısından kurtulamayan Alman üst komuta kademesi, Fransa’da bu kadar hızlı şekilde ilerleyebileceklerine olanak vermiyor, çok kuvvetli bir karşı saldırı korkusu altında yaşıyordu. Bu yüzden sürekli, zırhlı kolordulara durmaları ve piyadeleri beklemeleri emrediliyordu. Ancak bu emirler, saldırının sürpriz niteliğinin kaybolmasına neden olacağı ve düşmanın toparlanmasına izin vereceği için, en hızlı şekilde ilerlemek isteyen sahadaki dinamik Alman komutanlarla Genelkurmay’daki hantallar arasında tartışmalar çıkmasına neden oluyordu.

Fransız ve İngiliz komutanlar ise homojen bir kütle halinde hantal oldukları için, bu tür tartışmalardan muzdarip değillerdi. Bir an önce yenilmek amacıyla hep beraber uyum içinde çalışıyorlardı.

Dunkirk Mucizesi

Savaşın bu döneminde Hitler ilk büyük hatasını yaptı.

Alman zırhlıları hızla ilerleyerek Manş Denizi’ne ulaşmış, böylece müttefik askerlerini Fransa’nın kuzeyindeki Dunkirk’te kuşatmışlardı. Bir Alman saldırısıyla imha edilecekleri ya da teslim alınacakları kesindi ancak Hitler, ordularına üç gün boyunca durmalarını emretti. Alman tank komutanlarının harekata devam etmelerine izin verilmesi için Hitler’e yalvarmaları bu kararı değiştirmedi.

Almanların uçaklarla İngiliz ve Fransız askerlerine attığı, onları teslim olmaya çağıran broşür. Müttefik askerlerinin Alman ordusuyla Manş Denizi arasında nasıl sıkıştıkları vurgulanıyor.

Hitler’in neden böyle bir emir verdiği üzerine çok tartışılmıştır.

Aslında bu kararı Hitler değil, sahadaki yüksek rütbeli komutanlar istemişler, Hitler de onların taleplerini onaylamıştı. 21 Mayıs’ta Arras’ta meydana gelen İngiliz karşı saldırısı Alman komutanları endişelendirmişti. Hitler’in tuzağa düşmekten ve zırhlılarını vaktinden önce sahaya sürerek kaybetmekten çekindiği açıktı. Ancak sonuçta, ilerlemenin durdurulma kararında etkili olanlar, komutanlardı.

Kimilerine göre Hitler, Fransa’nın yenilgisi kesinleştiği için İngilizlerin zaten tek başlarına savaşa devam etmeyeceklerini düşünüyordu. Onlara ezici bir yenilgi yaşatıp öç alma isteklerini kamçılamaktansa, gururlarını incitmeden karşılıklı saygıya dayanan bir anlaşma ile savaşı en hızlı şekilde sonlandırmak niyetindeydi.[3] Bu nedenle kıyıda sıkışmış İngiliz askerlerini yok etmek yerine teslim almak istiyordu. Hava Kuvvetleri Komutanı Göring, yüzbinlerce müttefik askerini esir alma onurunu kazanmak istediği için, kıyıdaki askerlere tanklarla saldırıp önemli kayıplara uğramak tehlikesi yerine, Alman Hava Kuvvetleri’nin bombardımanının onları zaten teslim olmaya zorlayacağını söyleyerek Hitler’i ikna etmişti.

Bu emrin verilmesinin arkasında Hitler’in, genç komutanlarına karşı üstünlük kurma niyetinin olduğunu iddia eden tarihçiler de vardır. Bu görüşe göre Hitler aslında tanklara değil, subaylara “dur” demişti: Son sözün kimde olduğunun açık şekilde anlaşılmasını istiyordu.

Nedeni ne olursa olsun, Alman ordularının beklenmedik duraklaması müttefik askerlerine kurtuluş şansı verdi. Sonraları “Dunkirk Mucizesi” olarak adlandırılacak bu olayda, İngiliz Deniz Kuvvetleri’nin gemileri ve İngiliz hükümetinin çağrısına uyan sivil halkın tekneleri, İngiltere ile Dunkirk limanı arasında peş peşe seferler yaparak üç yüz otuz sekiz bin müttefik askerinin İngiltere’ye taşınmasını sağladılar.

Göring’in uçakları İngiliz Deniz Kuvvetleri’ni durdurmada işe yaramamışlardı.

Dunkirk sahilinde tahliye bekleyen İngiliz ve Fransız askerleri, 1940 Haziran başı

Dunkirk kapanından kurtulan bu askerler, Fransa’nın düşmesinin hemen akabinde başlayacak Britanya Muharebesi’nde önemli rol oynayacaklardır.

Bununla birlikte, Dunkirk Mucizesi’nden sonra yaptığı radyo konuşmasında Churchill, bunun büyük bir zafer olduğunu düşünen İngiliz halkını uyarmayı ihmal etmiyordu: “Savaşlar tahliyelerle kazanılmaz.”

Sembollerin önemi

Müttefik askerlerinin İngiltere’ye kaçmalarıyla birlikte Fransa’nın akıbeti de belli oldu. Ateşkes istemekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı.

Almanları şehirlerinde gören Paris halkının üzüntüsü, 14 Haziran 1940

Almanlar 1. Dünya Savaşı’nın sonunda, Compiegne Ormanı’ndaki bir tren vagonunda ateşkes anlaşması imzalamışlardı. Hitler, Fransız teslimiyetinin bu ormanın içinde tam olarak aynı yerde ve aynı vagonda imzalanmasını emretti. Bunun üzerine vagon, saklandığı müzeden çıkartıldı ve ormanın içine getirildi.

Ateşkes anlaşmasını imzalamaya giden Fransız heyeti, 22 Haziran 1940. Bir yıl sonra bugün Hitler hayatının hatasını yapacak.

1945 yılında Almanların yenilgisi kesinleştiğinde, kayıtsız şartsız teslimiyetin bu vagonda imzalanmaması için, vagon Hitler’in emriyle imha edildi.[4]

Bugün Fransa, yarın?

Hitler’in peş peşe gelen zaferleri, tüm dünyada olduğu gibi Alman halkında da Alman ordusunun yenilmez olduğu duygusunu yaratmıştı. Halkın Hitler’e desteği hiç olmadığı kadar yüksekti. Ayrıca Alman ordularının ilerlemesiyle ülkeler tek tek ele geçirildikçe, bu ülkelerdeki mallar yok pahasına Almanya’ya akmaya başladı. Böylece Alman halkı örneğin kaliteli Fransız şaraplarını çok ucuza içebiliyor, Alman işverenleri ise fethedilen ülkelerin gençlerinin Alman fabrikalarında zorla çalıştırılmasına dayanan köle emeği sayesinde müthiş karlar elde ediyorlardı.

Diğer yandan Almanların askeri başarısı, Hitler’in belirli bir süre boyunca Batı’daki devletlerle uğraşacağını ve kendisinin savaşa hazırlanmak için yeterince zamanı olacağını düşünen Stalin’i doğal olarak çok endişelendiriyordu. Uzun bir süre sonra kendi sınırlarına dayanacağını tahmin ettiği savaşın gelişini yavaşlatamayacağını öngören Stalin, sınırlarını genişletip savaşı Rus topraklarının mümkün olduğunca dışında karşılamaya karar verdi.

Böylece Fransa Almanya’ya teslim olmadan hemen önce, 1940 Haziranı’nın ortasında, Stalin Letonya, Litvanya ve Estonya üzerinde baskısını arttırdı. Bu üç devlet Ağustos başında SSCB’ye katıldı. Yine 1940 yazında Stalin, Romanya’nın bir bölümünü de işgal etti.

Adı geçen bu bölgelerde Stalin’in politikası, Polonya’da uyguladığının benzeriydi; ileride muhalefet yapma ihtimali olan on binlerce insanı yok etmek ve tam bir Rus hegemonyası kurmak.

Litvanya’da yayınlanan Rus propaganda gazetesinin sağ üst köşesindeki siyah yazı: “Stalin’in anayasasının güneşi Litvanya topraklarında parlamaya başladı, yüreklerimiz büyük Stalin’in onuruna şarkılar söyleyerek mutlulukla doluyor.”

Bu durum, yazı dizimizin ilk bölümünde söz ettiğimiz Ukrayna örneğinde olduğu gibi, Hitler’in SSCB seferi başladığında Alman ordularının bu üç ülkenin halkı tarafından da kurtarıcı olarak karşılanmalarına neden oldu.

Suyun faydaları

Fransa’nın teslim olmasından dört gün önce 18 Haziran 1940’ta Churchill İngiliz halkına şöyle sesleniyordu: “Fransa Muharebesi bitti. Britanya Muharebesi başlamak üzeredir.”

Bununla birlikte, Fransa’nın yenilmesi pek çok Alman için olduğu gibi Alman komutanları tarafından da savaşın sonu olarak görülüyordu. Askeri liderler, tek başına kalan İngiltere’nin savaşa devam etmeyeceğine inanmaktaydılar. Bu yüzden Fransa’nın tesliminden sonraki iki hafta boyunca Alman Genelkurmayı, Paris’te yapılacak resmi geçidin ayrıntılarıyla uğraştı. Seferberliğin sona erdirilmesi için yapılan hazırlıklar kapsamında, terhis edilecek askerlerin listeleri bile hazırlanmıştı.

Fakat birkaç hafta içinde, Alman ordusundaki iyimserlik yavaş yavaş kayboldu.

İngiltere teslimiyeti kabul etmiyordu.

Bunun üzerine Hitler İngiltere üzerinde kazanılacak bir zaferle savaşın bitirilmesini emretti. Böylece elde ettiği topraklarla büyük ve güçlü bir Almanya kurmayı hedefliyordu.

Ancak önünde küçük bir zorluk vardı.

Hitler’in şu ana kadar işgal ettiği bütün ülkeler Avrupa karası üzerindeydi. İngiltere ise bir adaydı ve dünyanın en güçlü donanmasına sahipti. Bu sayede İngiltere – Hollandalı III. William’ın 1688 yılında İngiliz halkının önemli bölümünün desteğini alarak yaptığı seferi saymazsak – 1066 yılından beri, yani yaklaşık dokuz yüz yıldır işgal görmemişti. Bu durumu, Napolyon döneminde yaşamış olan İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanı John Jervis çok güzel ifade etmiştir: “Ben Fransızlar gelemezler demiyorum. Denizden gelemezler diyorum.”

Napolyon döneminin İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanı John Jervis

18. yüzyılın ünlü şarkısının (dinle) nakaratı şöyleydi:

“Hükmet Britanya, hükmet dalgalara

Britanyalılar köle olmayacaklar, asla!”

Hitler’in panzerleri ilk kez bir düşmana karşı fayda sağlayamıyorlardı, Alman donanması da İngiliz donanmasıyla çarpışacak düzeyde değildi.

Alman Kara Kuvvetleri Komutanlığı, İngiltere’de mümkün olduğunca geniş bir alana çıkarma yaparak, savunmadaki İngiliz kuvvetlerinin bölünmesini amaçlıyordu. Buna karşılık, geniş bir cephede çıkarma yapmaya yetecek güçte olmadıklarını söyleyen Alman Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ise, çıkarmanın dar bir cephede yapılması taraftarıydı. Tartışmalar haftalarca bir sonuca varamadan devam etti. Sonunda Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Halder, dar bir cepheye çıkarma yapılmasına yönelik donanmanın teklifinin kara ordusu için “tam bir intihar” anlamına geleceğini söyleyip ekledi: “İsterseniz, askerleri İngiltere’ye çıkarmak yerine doğruca kıyma makinesine sokalım.” Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı ise, İngiltere’ye geniş bir çıkarma yapılmasının, farklı bir şekilde sonuçlanmayacağı yanıtını verdi.

İngiltere’nin istilası söz konusu olduğunda, Alman Kara ve Deniz Kuvvetleri, Napolyon dönemindeki Fransız meslektaşları gibi çaresizlik içindeyken, Hitler’in Napolyon’da bulunmayan yeni bir silahı vardı: Uçak. O da Luftwaffe’yi (Alman Hava Kuvvetleri) İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin üzerine saldı, amacı hava kuvvetlerini yok ettikten sonra uçaklarıyla İngiliz donanmasının hakkından gelmek ve İngiltere’nin işgalinin önündeki engeli kaldırmaktı.

Bu çarpışmalara, yukarıya sözünü aldığımız Churchill’in ifadesindeki gibi, “Britanya Muharebesi” denilmiştir. Almanlar ise, İngilizlerin hava kuvvetlerini yok etmek amaçlı hava harekatına “Kartal Saldırısı Operasyonu” adını verdiler. Bu operasyonun başladığı 13 Ağustos 1940 ise Almanların deyimiyle “Adlertag” (Kartal Günü) idi.

Alman uçaklarının “Royal Air Force” (Kraliyet Hava Kuvvetleri) ile mücadelesinde Almanların bir dezavantajı, o zamanlar uçakların menzilinin uzun olmamasıydı. Bu nedenle Alman uçakları Avrupa karasından havalanıp İngiltere’nin üzerine gidene kadar çok yakıt kaybediyor, geri dönüşte kullanacakları yakıt da hesaba katıldığında, İngiltere hava sahasının üzerinde ancak sınırlı bir süre kalabiliyorlardı. Ayrıca hasar gören uçakları yüzünden yere inmek ya da uçaklarından paraşütle atlamak zorunda kalan Alman askerleri düşman toprağında oldukları için hemen esir düşüyorlardı. İngiliz pilotlar ise kendi vatanları üzerinde çarpıştıklarından, uçaklarını kaybetseler bile yere sağlam bir şekilde inmeyi başarabilirlerse hemen aynı ya da ertesi gün başka bir uçakla tekrar havalanabiliyorlardı. İngilizlerin daha önemli bir avantajı da radarı bulmuş olmalarıydı, bu sayede Almanların hangi yönden ne hızla geldiğini tespit edebiliyor, önlemlerini önceden alabiliyorlardı.

İngiliz gözcü Alman uçaklarını bekliyor

Tabii ki, İngiliz Başbakanı Winston Churchill’in gösterdiği kararlılıkla, İngiltere’deki direniş ruhuna olan katkısını da unutmamak gerekir… Fransa’nın teslimiyetinin ufukta göründüğü Haziran başında, pek çok İngiliz politikacı Hitler’le barış masasına oturmaktan başka çare göremezken, Churchill’in konuşmaları İngiltere’nin savaş boyunca izleyeceği yolu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde çiziyordu: “Sonuna kadar gideceğiz. Fransa’da savaşacağız, denizlerde ve okyanuslarda savaşacağız, artan bir güven ve güçle havada savaşacağız, adamızı savunacağız, ne pahasına olursa olsun… Sahillerde savaşacağız, (uçak) iniş alanlarında savaşacağız, tarlalarda ve sokaklarda savaşacağız, tepelerde savaşacağız; asla teslim olmayacağız.”

Alman Hava Kuvvetleri’nin bombardımanında evlerini kaybetmiş Londralı çocuklar

Hava bombardımanından korunmak için metroda yatan İngiliz halkı

Bombalanan bir kütüphanede kitapları karıştıran Londralılar

Bu savaşta hem İngiltere hem de Almanya önemli kayıplar verdi ama sonuç olarak Hitler İngiltere’yi işgal planını rafa kaldırmak zorunda kaldı. Churchill, kahramanlıklarıyla ülkelerinin işgalini önleyen az sayıdaki Kraliyet Hava Kuvvetleri pilotuna İngiliz halkı adına şöyle teşekkür etmiştir: “Savaş tarihinde hiçbir zaman bu kadar çok kişi bu kadar az kişiye bu kadar çok şey borçlu olmadı.”

Nankörlük ve cehalet halk ayırmaz

Churchill’in değindiği borçluluk hissi ne kadar sürmüştür dersiniz?

Bu muharebenin yetmiş beşinci yıl dönümünde, 2015 yılında, İngiltere’de bir anket yapıldı. Anket sonuçlarına göre 18–24 yaş aralığındaki İngiliz gençlerinin, yani yukarıdaki resimde evlerini kaybeden çocukların kuşağının torunlarının, yüzde kırkı Britanya Muharebesi’nin ne olduğunu bilmiyordu. Hatta yüzde onu, bu muharebeyi Vikinglerle yapılan bir çarpışma, diğer bir yüzde onu ise, anketten bir yıl önce, 2014 yılında meydana gelen bir olay sanıyordu.

Neyse ki Türk gençleri Kurtuluş Savaşı’nı çok iyi bilirler. Ünlü Rus yazar Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanında Rus eleştirmenleri hakkında söyledikleri Türk gençleri için de geçerli: “Onları düşündükçe insanın içi ferahlıyor.”

Biz yine konumuza dönelim.

Molotof Berlin’de

Alman Hava Kuvvetleri’nin peş peşe saldırılarına karşın İngiltere’yi işgal edememesi, Hitler’in paranoyalarını iyice arttırıyordu. İngiltere’nin gösterdiği sıra dışı direnişin arkasında Rusya ile yaptığı gizli bir anlaşmanın yattığından korkan Hitler, kendisinin bütün gücünü İngiltere’de harcadıktan sonra, doğudan gelecek bir Rus saldırısı karşısında Almanya’nın korunmasız kalacağını düşünmeye başladı. Eğer Rusya’ya saldırmazsa, kendi ülkesi saldırıya uğrayacak gibi hissediyordu.

Ayrıca İngiltere’nin ele geçirilmesi için hava ve deniz kuvvetlerinin güçlendirilmesi gerekiyordu, bu da kara kuvvetleri için yapılacak üretimin azaltılması demekti. Bunun için Almanya’nın karada savaşma riski bulunan son devleti, yani Rusya’yı yenerek bir tehdit olmaktan çıkarması çok önemliydi.

Böylece batıda İngiltere’yi yenmeden doğuda Rusya’ya savaş açmayı, yani 1. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesine neden olmuş, iki cephede savaşa girmeyi tasarlamaya başladı. Rusya istilasının planlarını Kara Kuvvetleri Kurmay Başkan Yardımcısı General Paulus tasarlamıştı.

Kendisi ileride çok önemli bir pozisyonda karşımıza çıkacak.

Friedrich Paulus

Bu sırada Stalin’in Balkanlar üzerindeki nüfuzunu arttırma çabaları Hitler’i daha da endişelendirdi. Rusya’nın çıkarlarını Avrupa yerine Hint Okyanusu’na doğru yönlendirme umuduyla, 1940 Kasım’ında Rus Dışişleri Bakanı Molotof Berlin’e davet edildi.

Solda Molotof Hitler’le görüşüyor

Molotof’un küçümsediği faşistlere karşı duyduğu alaycılık, iki ülke arasındaki konuşmalara damga vurdu. Bir gün (İngiliz) Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin bombardımanı altındaki Berlin’de bir sığınaktayken Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop İngiltere’nin artık mahvolduğunu söylediğinde Molotof’un yanıtı şöyle oldu: “Eğer bu doğruysa neden sığınakta oturuyoruz ve tepemizdeki bu bombaları kim atıyor?”

Böylece Molotof’un ziyareti iki ülke arasında olumlu hiçbir sonuca varmadan dağıldı. Hitler artık Stalin’in hegemonyasını tüm Avrupa’ya yaymak istediğinden emin olmuştu. Aralık başında, Rusya’ya yapacağı saldırının tarihini 1941 Mayıs’ı olarak belirledi.

Akıllı düşman aptal dosttan yeğdir

İtalya’nın, Almanya’nın hızlı zaferlerinden pay alabilmek umuduyla, Fransa’nın teslim olduğu 1940 Haziran’ında İngiltere ve Fransa’ya savaş ilan etmesi, daha o zamanlarda Alman Genelkurmayı’nda alayla karşılanmıştı. O günlerde anlatılan bir fıkra şöyleydi:

İki Alman generali konuşmaktadırlar.

– “Mussolini savaşa girmiş.”

– “Onu durdurmak için on tümen ayırmamız gerekecek.”

– “Hayır, bizim yanımızda savaşa girmiş.”

– “Anladım. O zaman yirmi tümen gerekecek.”

Mussolini, müttefiki Hitler’in askeri başarılarını örnek alıp, Akdeniz çevresinde bir zamanların Roma İmparatorluğu’nu tekrar kurmak rüyasıyla, Ekim sonunda Floransa’da buluştuğu Hitler’in itirazlarını dinlemeyerek 28 Ekim 1940’ta Yunanistan’a saldırdı. Hitler’inki gibi hızlı bir zafere ulaşma umudu ise, harekatın daha ilk haftasında sona erdi. İtalyan ordularının Alman orduları gibi güçlü olmadıkları hemen ortaya çıktı. Aylarca süren mücadeleler sonunda, Alman kuvvetleri müttefiklerine yardım etmek zorunda kaldılar ve Yunanistan ancak 23 Nisan 1941’de teslim oldu.

Mussolini ve Hitler

Atina üzerinde Alman uçakları, arkada Akropolis görülüyor

Benzer bir durum da Yugoslavya’da yaşandı. Yugoslavya’nın başındaki Alman yanlısı hükümet, Rus ve İngiliz Gizli Servisleri’nin çabasıyla Mart 1941’de yıkıldı ve yerine Sovyet taraftarı bir hükümet geldi. SSCB’ye saldırmasının arifesinde Hitler, güney cephesinde düşmanla işbirliği yapabilecek bir ülkeyi istemiyordu. Bu nedenle Nisan başında Yugoslavya’ya saldırmaya karar verdi. Stalin Yugoslavya’nın Hitler’i bir süre oyalayabileceğini düşünse de Alman ordularının Yugoslavya’yı yutması iki hafta sürmedi.

Gerek Yunanistan gerek Yugoslavya’da Alman zırhlılarının önlerine çıkan dağlar bile sonuca hızla ulaşılmasını engellememişti. Alman ölü ve yaralılarının toplamı beş bin iken, ölü ve yaralıları saymazsak, Yunan, Yugoslav ve bu ülkelere destek vermeye gelmiş İngilizlerden tutsak alınanların toplamı üç yüz yetmiş bin kişiden fazlaydı.

Mayıs başında Alman Meclisi Reichstag’da yaptığı bir konuşmada Hitler böbürleniyordu: “Alman askeri için hiçbir şey imkansız değildir.”

Yine de Hitler Yunanistan ve özellikle, büyük kara ve hava kuvvetleri ayırdığı Yugoslavya seferleri nedeniyle, SSCB’ye yapacağı saldırının tarihini beş hafta erteleyerek Mayıs’tan Haziran’a kaydırmak zorunda kalmıştı. Ayrıca bu gecikmede Mayıs sonu — Haziran başında yağan şiddetli yağmurlar da belli ölçüde rol oynamıştı.

Her halükarda, dünyanın en geniş topraklarına sahip ve korkunç soğuklarıyla ünlü ülkesini kış gelmeden yenmek istiyorsanız, harekatın başlamasında beş haftalık gecikme hayatidir.

Stalin arkasını sağlama alıyor

Bu sırada Stalin, Nisan ortasında Japonya ile bir saldırmazlık paktı imzalayarak iki cepheli savaştan kurtulmuş oldu.

Aslında diktatörlükler arasındaki saldırmazlık anlaşmalarının pek bir anlam ifade etmediğini unutmamak gerekir. Zira her biri, ülkesinin topraklarını genişletmek niyetinde olduğu için, rakibin güçsüz olduğunu düşündüğü anda, bu anlaşmayı feshetmekten geri durmayacaktır. Almanya’nın SSCB saldırısı daha başarılı olsaydı, örneğin Moskova düşseydi, Japonya’nın SSCB’ye saldırması olasıydı. Nitekim, Stalin Almanya yenildikten sonra yüzünü doğuya dönecek ve Ağustos 1945’te Japonya’ya savaş ilan edecektir.

Yine de ortada bir anlaşma olması, olmamasından iyidir.

Sovyet-Japon saldırmazlık anlaşması imzalanıyor

Ne görürüz, neye inanırız?

Bin iki yüz yıl önce yaşamış Çinli bilge Huang Po’nun ünlü sözlerinden biri şudur: “Akıllılar gördüklerini değil, düşündüklerini reddederler, aptallar ise düşündüklerini değil, gördüklerini…”

Zaman ilerledikçe Alman saldırısıyla ilgili istihbarat, artan bir tempoyla Stalin’in önüne yığılıyor ancak Stalin inatla bunları görmezden geliyordu. Örneğin İngiliz Büyükelçisi, Churchill’in Alman istilasına dair bir uyarı mektubunu Stalin’e verdiğinde Stalin bunu bir “Angliyskaya provokaçiya” (İngiliz provokasyonu) olarak değerlendirdi: “Bizi Almanlara, Almanları bize karşı uyarıp birbirimize düşürmeye çalışıyorlar.”

Stalin, geçen yüzyılın efsanevi Alman başbakanı Bismarck’ın “Almanya asla iki cephede savaşmamalıdır.” sözünü tekrarlıyor, “Hitler’in asla bu hataya düşecek kadar aptal olmayacağını” iddia ediyordu. Oysa Hitler kadar hırslı bir diktatörden, keskin görüşlü bir devlet adamının temkinli anlayışını beklemek de yeterince aptallıktır. Nitekim kendisi de bunu kabul etmiş ve “Bir karar alırken asla kendinizi başkasının yerine koyarak onun gibi düşünmeye çalışmayın, yoksa korkunç hatalar yapabilirsiniz” demişti.

Ama bunu söylediğinde savaş bitmiş ve Rusya yirmi altı milyon yurttaşını kaybetmişti.

Biz yine 1941 Haziran’ının hemen öncesinden devam edelim.

Çok istersen olur bence (?)

Stalin herkesten ve her şeyden kuşkulanıyor, bir tek Hitler’e güveniyor gibiydi. Peki bu davranışının ardında yatan neydi?

Rusya’nın sanayisi savaşa henüz hazır olmadığı ve kendisi Kızıl Ordu’nun tüm üst kadrosunu öldürttüğü için Stalin, Hitler’in istilasının Rusya için nasıl bir felakete yol açacağının farkındaydı. Bu nedenle tüm olgulara gözünü kapatmış, yalnızca görmezden gelerek, olguları istekleri doğrultusunda değiştirebileceğini umut ediyordu.

Dört yıl sonra 1945 Nisan’ında Hitler de aynı taktiği uygulayacak, günümüzün moda deyimiyle “evrene güzel mesajlar göndermek” bugün olduğu gibi o zaman da yeterli olmayacaktı.

Roman okumayı sever misiniz?

Nisan sonunda Stalin’in hayran olduğu Rus yazar İlya Ehrenburg’un Alman karşıtı romanı “Paris Düşerken” sansüre takıldı. Stalin aslında kitabı ve içindeki faşizm eleştirisini beğenmişti ancak o sırada Hitler’i sinirlendirmemenin daha doğru olacağını düşünüyordu. Okuduğu binlerce kitapla Rus tarihindeki tartışmasız en edebiyatsever lider olan Stalin, okumaya aşık hemen herkesin zaman zaman düştüğü bir hataya düşerek kitapların insanlar üzerindeki etkisini abartıyor, Hitler’in tepkisinden çekiniyordu.

Ama Hitler’in insanların genelinde rastlanan bir özelliği vardı: kitaplarla, özellikle romanlarla, ilgilenmiyordu.

Bu fikri başımdan atabilmirem,

Neyleyim ki sene çatabilmirem (dinle)

Aklıma, küçükken dedemin anlattığı bir hikaye geliyor: Osmanlı’nın güçten düştüğü zamanlarda yabancı devletler padişaha baskı yapmışlar ve çeşitli azınlıklar için kullanılan “gavur” sözcüğünün rencide edici olduğunu, bunun yerine “Hristiyan” denilmesini talep etmişler. Padişah bunu kabul etmiş ancak halk yüzyıllardır “gavur” sözcüğüne alıştığı için, padişahın emrini duyurmakla sorumlu olan tellallar halk arasında dolaşırken şöyle bağırıyorlarmış: “Duyduk duymadık demeyin! Bundan böyle gavura gavur denmeyecek, Hristiyan denecek.”

Ehrenburg Stalin’e, “faşist” sözcüğünü kullanmadan kitabında faşistlere saldırmanın pek de kolay olmadığını belirtirken, o zamanki Rusya’nın içinde bulunduğu çelişkiyi de ortaya koyuyordu.

Faşiste faşist diyememek…

Çok geçmeden bu durum değişecek, İlya Ehrenburg SSCB’nin bir numaralı propaganda yazarı olarak savaşa destek verecekti.

İlya Ehrenburg

Kendisinden ileride yine söz edeceğiz.

Anlamayana davul zurna az…

7 Mayıs’ta Hitler’in Moskova’daki büyükelçisi ve Almanya’nın istila planına karşı olan von der Schulenburg, üstü kapalı şekilde Rus diplomatları uyararak, diplomatik görüşmelere devam edilmesinin önemine değindi. Bu haber Stalin’e ulaştığında kendisinin tepkisi ise şöyle oldu: “Demek ki dezenformasyon artık elçilik düzeyine kadar ulaştı.”

Friedrich Werner von der Schulenburg

Napolyon döneminin ünlü Fransız diplomatı Talleyrand’ın bir sözü vardır: “Diplomata, düşüncelerini saklayabilmesi için dil verilmiştir.”

Belli ki von der Schulenburg bu görüşe sahip bir diplomat değildi, ülkesini felakete götüreceğini düşündüğü bir seferi olabildiğince engellemeye çalışıyor, düşüncelerini ortaya dökmekten geri durmuyordu.

Son uyarılar da fayda etmiyor

Bu zaman zarfında Stalin, Hitler’i telaşlandırmaktan ödü koptuğu için, sınırlardaki Rus güçlerini biraz arttırmakla birlikte, ciddi bir savunma yapılabilmesi için gereken önlemlerin alınmasına şiddetle karşı çıkmıştı. Sınır boyunca birliklerin hareket ettirilmesi yoluyla Almanları provoke edebilecek Rus komutanların başlarını keseceğini söylüyordu.

Mayıs’ın ortasına doğru, General Timoşenko Almanların keşif uçuşlarına başladıklarını Stalin’e haber verdiğinde Stalin’in yanıtı şöyleydi: “Hitler’in bu uçuşlardan haberi olduğundan emin değilim”.

Semyon Timoşenko

Stalin’in Hitler’i olası bir istila planından vazgeçirmek için verdiği başka bir taviz de, aylar boyunca Almanya’ya savaş için gerekli hammaddeler satmasıydı; böylece Hitler’i, Rusya’ya saldırmak için kullanabileceği bir bahaneden mahrum bırakmayı amaçlıyordu. Bu yüzden, Hitler’in Rusya’ya saldırdığı tarihten önceki on sekiz ay içinde, Stalin en büyük düşmanına iki milyon ton petrol ürünü, yüz kırk bin ton manganez, yirmi altı bin ton krom, vb. satmış, bu tür ürünlerle yüklü son trenler, saldırıdan birkaç saat önce dahi Almanya’ya gönderilmişti. Bu hammaddeler kısa süre sonra, çıkartıldıkları topraklara doğrultulacak silahlara dönüşecekti.

Haziran başlarında, saldırıya iki haftadan az bir süre kalmışken, General Timoşenko ve Jukov raporlarını Stalin’e verdiklerinde, Stalin bunları generallerinin yüzlerine fırlattı ve kendisinin elinde başka belgeler olduğunu söyledi.

SSCB’nin Tokyo’daki yetenekli casusu Richard Sorge’nin, girdiği gönül ilişkilerinin de etkisiyle elde ettiği paha biçilmez bilgiler de Stalin’in elinde çöpe dönüşüyordu: “Genelevlerden başını kaldıramayan bu piç kurusu, Alman saldırısının 22 Haziran’da meydana geleceğini söylemeye cüret ediyor. Buna inanmamı mı bekliyorsunuz?”

Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde, 22 Haziran 1941’de başlayan ve o zamana kadarki tarihin en büyük askeri operasyonu olan “Barbarossa Harekatı”nın ilk zamanlarında yaşananları bulabilirsiniz.

[1] Eylül’de yapılan ikinci bir anlaşma ile, Litvanya’nın büyük bölümünün Rusya’ya bırakılması kararlaştırıldı.

[2] Almanlar kastediliyor.

[3] İngiltere’nin teslim olmayacağı belli olduktan sonra bile Hitler, İngiltere’nin istila edilmesine ilişkin planlara hemen hiç ilgi göstermemiş ve bu yöndeki hazırlıkları hızlandırmak için herhangi bir girişimde bulunmamıştı. Bu durum, Hitler’in Dunkirk konusundaki emrinin arkasında, İngiltere ile uzlaşmaya varma çabalarının bulunduğuna bir işaret olarak değerlendirilmiştir.

[4] 1. Dünya Savaşı’nda dört yıl boyunca savaşıp yenemediği Fransa’nın bu sefer altı hafta içinde teslim olması, 1. Dünya Savaşı’nın bitiminden beri Hollanda’da sürgünde yaşayan Almanya’nın son İmparatoru 2. Wilhelm’i çok mutlu etmiş, kendisi bu durumu “Tanrı’nın müdahalesiyle, olayların nasıl da yön değiştirmesi!” diye yorumlamıştı. Bu söz aslında orijinal bir ifade değildi, büyükbabası 1. Wilhelm tarafından, 1870 yılında Prusya’nın Fransa’yı yenmesi üzerine kullanılmıştı. Nitekim Hitler’in, 2. Wilhelm’in bu sözüne yorumu alaycıdır: “Yeni bir cümle bile bulamamış mı?”

23
Exit mobile version